Sûrenin Adı
Bu surenin ismi hem ed-Dehr ve hem de el-İnsan'dır. Bu isim, surenin birinci ayetinden alınmadır.
Nüzul Zamanı
Müfessirlerin çoğu bu surenin Mekkî bir sure olduğu kanaatindedirler. Zemahşerî, Razî, Kadı Beydavî, Allame Nîsaburî, İbn Kesir ve pek çokları bu görüştedir. Alusî ise cumhur ulemanın bu fikirde olduğunu söylemektedir. Fakat bu surenin Medenî bir sure olduğunu söyleyen bazı müfessirler de bulunmaktadır. Diğer bir gruba göre ise sekizinci ve onuncu ayetlerden gayrısı Mekkîdir. Bu ayetler ise Medenîdir.
Surenin içerdiği konuya ve üslubuna bakacak olursak, Medenî surelerden çok farklı olduğu görülecektir. Dikkatle bakıldığında bu surenin, Mekke'de ve aynı zamanda Müddessir Suresi'nin ilk yedi ayetinin indiği dönemde nazil olduğu anlaşılır. Sekizinci ve onuncu ayetler arasına gelince; bu bölümden önce ve sonra gelen ayetlere bakıldığında bu bölümün de onlarla aynı beyana sahip olduğu, dolayısıyla nüzul itibarıyla aralarında onbeş yıllık bir fark olduğu ve daha sonradan buraya yerleştirilmiş olduğu görüşünün pek doğru olmadığı anlaşılıyor.
Bu surenin bazı ayetlerinin Medenî olduğu görüşü; Ata'nın, İbn Abbas'tan naklettiği bir rivayete dayanmaktadır. Rivayete göre, bir kere Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin hastalanmışlardı. Yanında birkaç sahabeyle beraber Allah Rasulü ziyarete geldi.
Sahabe-i Kiram'dan bazıları babaları Hz. Ali'ye bu iki çocuğunun şifa bulması için Allah'a bir adakta bulunmasını tavsiye ettiler. Bunun üzerine Hz. Ali, hanımı Hz. Fatıma ve hizmetçileri Kıdda; eğer çocuklar iyileşirlerse üç gün oruç tutacağız diye adakta bulundular. Ve Allah'ın lütfuyla çocuklar şifa bulunca da bunlar verdikleri söz gereğince üç gün oruç tutmaya başladılar. Evde yemek için hiçbir şey olmadığından Hz. Ali başkasından üç sa' arpa borç aldı. (Başka bir rivayete göre ise çalışarak bunu kazanmıştı.) Birinci günün akşamında iftar için sofraya oturduklarında bir miskin ya da fakir gelerek onlardan yemek istedi. Onlar da hazırladıkları yemeğin hepsini bu fakire vererek kendileri sadece su içerek yattılar. İkinci günün akşamı olunca iftar için oturduklarında bir yetim gelerek kendilerinden yemek istedi. Onlar da yine bütün yemeklerini ona verdiler ve o gece de suyla yetindiler. Üçüncü gün ise bu sefer bir esir gelip yemek istedi. Yine bütün yemeği bu gelene vermişlerdi. Ertesi gün Hz. Ali ve çocuklar Allah Rasulü'nü ziyarete gitmişlerdi. Allah Rasulü üçünü de perişan bir vaziyette gördü. Beraberce hemen evlerine gittiklerinde Hz. Fatıma'yı da açlıktan evin bir köşesine kıvrılmış yatarken buldular. Bu hali görünce Peygamber (s.a) çok müteessir olmuştu. Bunun üzerine Cebrail (a.s) gelmiş ve ona "Allah sizi Ehl-i Beyt'inizden dolayı tebrik ediyor." dedi. Allah Rasulü bu nedir diye sorunca o da cevaben bu sureyi okudu. (İbn Mehran'ın rivayetinde ise "innel ebrare yeşrebune..." dan itibaren surenin sonuna kadar okuduğu naklolunmaktadır. Fakat İbn Merduye'nin, İbn Abbas'dan naklettiği bir başka rivayette ise, "yut'imune-tta'ame.." ayetinin Hz. Ali ve Hz. Fatıma hakkında nazil olduğu söylenirken, yukarıdaki bu kıssa hakkında ise herhangi bir işaret yoktur. Yukarıdaki bu kıssayı el-Vahidî, kendi tefsiri olan "Tefsirü'l Basit" te anlatmıştır. Bunu, Zemahşerî, Razî, Nisaburî ve diğerlerinin O'ndan aktarmış olmaları mümkündür.
Ne var ki bu rivayet senet itibariyle zayıftır. Bunun yanında dirayet açısından da düşünecek olursak insana garip gelen bir yapısı vardır. Yani bir fakir ya da yetim vs. gelip yemek isterse evdeki beş kişilik yemeğin hepsini ona vermek pek mantıkî gözükmüyor. Halbuki bir kişilik bir yemek verilse geriye kalan dört kişilik yemek ile idare edilebilir. Ayrıca hastalıktan yeni kalkmış ve bünyece zayıflamış vaziyette olan çocuklarını, üç gün aç bırakmayı Ali ve Fatıma gibi, dini tam olarak anlayabilmiş kimselerin bir sevap olarak düşüneceklerine inanmak da zordur. Esirler konusuna gelince; bir İslâm devleti hiçbir zaman onları dilenci bir vaziyette bırakamaz. Eğer bu esirler devlet hapishanesinde iseler devlet onlara yemek, içmek ve giysi vermek mükellefiyetindedir.
Eğer onların bakımı bir şahsa verilmişse o zaman o şahıs bütün ihtiyaçlarını karşılamak zorundadır. O halde Medine'de bir esirin dilenmeye çıkması mümkün değildir. Her neyse bütün bu aklî ve naklî eksikliklere rağmen kıssayı sahih kabul edecek olsak bile, en fazla bundan; "Hz. Muhammed'in (s.a) Ehl-i Beyti'nin bu güzel hareketleri karşısında Cebrail, onların bu hareketlerinin Allah Teâlâ'nın hoşnut olduğu amellerden olduğunu, dolayısıyla Allah'ın indinde bunun hüsnü kabul gördüğünü içeren Dehr Suresi'nin bu ayetlerini getirerek müjdelemiştir," sonucu anlaşılır. Fakat bu ayetlerin bunun üzerine nazil olması şart değildir. Nüzul hakkındaki pekçok rivayetler gibi bu şu türdendir; bir ayet hakkında bu ayet şu hadise üzerine nazil olmuştur denildiğinde her zaman için bunun tam o zaman nazil olduğu söylenilmektedir. Belki bunun maksadı o ayetin o hadiseye tam olarak uygun düşmesidir. Suyuti, El-İtkan fi Ulumi'l Kur'an isimli kitabında İbn Teymiyye'nin görüşünü şöyle naklediyor: "Ravi, şu ayet şu falanca hadise üzerine nazil olmuştur, dediğinde bazen bununla; o olayın, o ayetin inmesine neden olduğunu ve bazı zaman da her ne kadar o ayet o olay üzerine nazil olmamışsa da onun esprisinin tam da o eyleme uygun düştüğünü söylemek ister." Aynı kitabın ileriki sahifelerinde bu sefer İmam Suyuti, Zekreşî'nin Kitabul Burhan fi Ulumi'l Kur'an isimli kitabından onun görüşünü aktarır: "Sahabe ve tabiin arasında biliniyordu ki eğer sahabeden birisi, bu ayet falanca olay hakkında nazil olmuştur" dediğinde bununla o ayetin o olaya uygun düştüğünü kasteder, yoksa o ayetin tam olarak o hadise üzerine indiğini değil. Dolayısıyla bu gibi görüşler, aslında ayetin hükmünden istidlal edilerek o olay hakkında zikredilir, tersi değil." (El-İtkan cilt: 1, Sayfa: 31, baskı: 1929)
Konu
Bu surenin konusu insanın bu dünyadaki hakiki değerinden kendisini haberdar etmektir. O, kendi değerini gerçekten doğru bilirse, anlarsa ve buna şükür ederse akibetinin nasıl olacağı ve aksine hareket ederek inkar ve küfür yolunu tutarsa nasıl olacağı konusunda haber verilmektedir. Kur'an'ın büyük surelerinde bu tema tafsilatlı bir şekilde işlenmiştir. Mekke'nin başlangıç döneminde nazil olan surelerin hususi üslubları daha sonraları daha detaylı bir şekilde açıklanmıştır. Aynı düşünce bu devirde önce kısa ama etkili bir üslub ile zihinlere yerleştirilirdi. Kısa ama çarpıcı bir dille ifade edilmiş. Dinleyen hemen onu algılar ve ezberleyebilir.
Evvela insana, bir zamanlar bir hiç olduğu, mevcut olmadığı, sonra bir karışık pıhtıdan annesinin bile onu vücudunda taşıdığının farkında olmayacağı önemsiz bir vaziyetten var oluşunun başlangıcının ortaya çıktığı hatırlatılmaktadır.
Hiç kimse o önemsiz ve daha görülemeyen bir şey hakkında bu bir insandır ve ilerde yeryüzünün en şerefli yaratığı olacaktır diyemezdi. Daha sonraki ayetlerde yine insana, yaratılarak bu dünyaya imtihan için gönderildiği söylenilmiştir. Onun için diğer yaratıklardan farklı olarak kendine akıl verilmiştir. Küfretmek ya da şükretmek için iki yol da açık tutulmuştur. İnsanlar, yapacakları ameller ile, şükredenlerden mi olacakları yoksa inkar edenlerden mi olacakları belli olacaktır. Bunun akabinde gelen bir ayette ise yukarıdaki imtihandan kafir olarak çıkacakların ahirette sonlarının nasıl olacağı açık bir şekilde belirtilmektedir.
Sonra, beşinci ayetten yirmi ikinci ayete kadar olan kısımda, Allah'a karşı kulluk haklarını yerine getiren kişilere verilecek mükafatlar açıklanır. Burada sadece o mükafatlar sıralanmakla kalınmayıp bunlara hak kazanabilmek için ne gibi ameller yapılması gerektiği de kısaca belirtilmektedir. Mekke döneminde nazil olan surelerin en önemli özelliklerinden birisi de bu surelerde İslâm'ın temel inanç ve düşüncesinin kısaca tarif edilmesi yanında, İslâm'ın değer verdiği ahlâkî hususiyetler ve salih amellerin de beyan edilmesidir. Bazen de İslâm'ın insanları arındırmak istediği kötü ameller ve kötü huylar açıklanır. Bu iki hususiyet, bunların neticelerinin salt bu geçici dünya hayatında neler olacağını belirtmek için zikredilmemektedir. Aslında bunların ebedi olan ahiret hayatında ne gibi müstakil birer sonuç doğuracakları önemlidir. Eğer bu dikkate alınmazsa, bu dünyada kötü bir hususiyetin bir fayda temin edebilmesi gibi, iyi bir amelin de zarara neden olabilmesi mümkündür.
Buraya kadar anlattıklarımız surenin birinci bölümünün konularıdır. Bundan sonra gelen ikinci bölümde ise Allah Rasulü muhatap alınarak şu üç şey buyurulmaktadır: a) Bizim bu Kur'an'ı parça parça nazil etmemiz demek, onu, Muhammed'in (s.a) kendisinin uydurarak kafirlere bildirmekte olduğunu göstermez. Onu biz indirmekteyiz. Onu toptan değil de parça parça nazil etmemiz bir hikmete binaendir. b) Allah Rasulü'ne hitaben, Rabbi'nin kesin emri gelinceye kadar her ne olursa olsun sabır göstererek peygamberlik görevini sürdürmesi, bu ehl-i şer ve kafir insanlara karşı çekinmemesi emrolunmaktadır. c) Gece gündüz Allah'ı hatırlayın, namaz kılın ve geceleri Allah'a ibadetle geçirin, denilmektedir. Çünkü, küfre karşı Allah yoluna insanları çağıranlara bu yolda sebat temin edecektir bu ameller.
Sonra, şu cümleyle kafirlerin böyle davranış içerisinde bulunmalarının asıl sebebinin ahireti unutmaları ve bu dünyaya tapmaları olduğuna dikkat çekilmektedir. "Sizi yaratan biziz. Size güzel bir beden, sağlam bir el de vermedik mi? O organları da yaratan biziz. O zaman her an sizi istediğim hale çevirmeye muktedirim. İstersem sizin suretinizi iğrenç bir hale getirebilirim, ya da, sizi öldürerek yerinize başka bir kavim getirebilirm. Sizi öldürdükten sonra tekrar başka bir şekilde de yaratabilirim."
En sonunda, bunun bir öğüt kitabı olduğu söylenilerek konuya son verilmektedir. Şimdi artık kim isterse onu kabul ederek Rabbinin yoluna devam etsin. Yalnız şunu da unutmamak lazım ki bu dünyada sadece insanın kendi isteğiyle hiçbir şey olmaz. Ancak Allah isterse vukubulur. Allah'ın isteği de bir bilgiye ve hikmete dayanmaktadır. Körükörüne bir karar almaz. Bu bilgi ve hikmete binaen Allah Teâlâ kimi rahmetine layık görürse ancak onun üzerine rahmetini bağışlar ve zulmedenler için de çok acıklı bir azap hazırlar.
Kaynak: Mevdûdî - Tefhimu'l Kur'an