بِسۡمِ ٱللَّهِ ٱلرَّحۡمَٰنِ ٱلرَّحِيمِ
ثُلَّةٞ مِّنَ ٱلۡأَوَّلِينَ ٣٩
Bir çok evvelînden.
Bir çoğu öncekilerden,
(39-40) Bunların birçoğu öncekilerden, birçoğu da sonrakilerdendir.
(Bunların) bir çok (u) evvelki (ümmet) lerden,
Bunların bazıları eski ümmetlerden,
وَثُلَّةٞ مِّنَ ٱلۡأٓخِرِينَ ٤٠
Ve bir çok âhirînden.
Bir çoğu da sonrakilerdendir.
(39-40) Bunların birçoğu öncekilerden, birçoğu da sonrakilerdendir.
bir çok (u) da sonraki (ümmet) lerdendir.
Bazıları da sonrakilerdendir.
وَأَصۡحَٰبُ ٱلشِّمَالِ مَآ أَصۡحَٰبُ ٱلشِّمَالِ ٤١
Ashab-ı şimal ise ne Ashab-ı şimal!
Solcular da. Solcular kimlerdir?
Kötülüğe batanlar ise ne mutsuz kimselerdir!
Solcular: (Onlar) ne solculardır!
Defterleri soldan verilenler. Vay gele başlarına!
فِي سَمُومٖ وَحَمِيمٖ ٤٢
Bir semum ve hamîm.
Kızgın ateşte, kaynar sulardadırlar.
(42-44) Onlar, iliklere işleyen bir ateş ve bir kaynar su içindedirler. Ne serin ve ne de yararlı olan zifirî bir gölge içinde!.
(Ateşin mesamatlarına işleyen) sıcaklığı ve kaynar bir su,
Onlar gözeneklerine işleyen kavurucu bir rüzgar önünde ve kaynar su içinde,
وَظِلّٖ مِّن يَحۡمُومٖ ٤٣
Ve zifirden bir zılli mağmum içinde.
Ve kapkara dumandan bir gölge içindedirler.
(42-44) Onlar, iliklere işleyen bir ateş ve bir kaynar su içindedirler. Ne serin ve ne de yararlı olan zifirî bir gölge içinde!.
ve bir de kapkara dumandan bir gölge içindedirler.
Kara ve boğucu bir dumanın gölgesi altındadırlar.
لَّا بَارِدٖ وَلَا كَرِيمٍ ٤٤
Ne serin ne de kerîm.
Ne serindir, ne de hoştur.
(42-44) Onlar, iliklere işleyen bir ateş ve bir kaynar su içindedirler. Ne serin ve ne de yararlı olan zifirî bir gölge içinde!.
Ki (o gölge) ne serin, ne de fâideli değildir.
Ne serinliği ve ne de okşayıcılığı var.
إِنَّهُمۡ كَانُواْ قَبۡلَ ذَٰلِكَ مُتۡرَفِينَ ٤٥
Çünkü onlar bundan evvel mütrefîn: Keyflerine düşkün şımarık müsrifîn idiler.
Çünkü onlar; bundan önce refahla şımarmışlardı.
Çünkü onlar, bundan önce (dünyada varlık içinde) sefahata dalmış ve azgın kimselerdi.
Çünkü onlar bundan evvel şehvetlerine düşkündüler.
Çünkü onlar vaktiyle varlık içinde azıtmışlardı.
وَكَانُواْ يُصِرُّونَ عَلَى ٱلۡحِنثِ ٱلۡعَظِيمِ ٤٦
Ve büyük cinayete ısrar ediyorlardı.
Ve büyük günah işlemekte direnip dururlardı.
Büyük günah üzerinde ısrar ediyorlardı.
O büyük günâh üzerinde ısrar ederlerdi.
Büyük günahı (Allah'a ortak koşmayı) işlemekte ısrar ediyorlardı.
وَكَانُواْ يَقُولُونَ أَئِذَا مِتۡنَا وَكُنَّا تُرَابٗا وَعِظَٰمًا أَءِنَّا لَمَبۡعُوثُونَ ٤٧
Ve diyorlardı ki: Öldüğümüz ve bir toprak, bir yığın kemik olduğumuz vakit mi? Cidden biz mi mutlak ba's olunacakmışız?
Ve derlerdi ki: Öldüğümüzde, toprak ve kemik yığını olduğumuzda mı, gerçekten biz mi yeniden diriltileceğiz?
Diyorlardı ki: “Biz öldükten, toprak ve kemik yığını hâline geldikten sonra mı, biz mi bir daha diriltilecekmişiz?”
Bir de «Biz öldüğümüz, bir toprak ve bir yığın kemik olduğumuz vakit mı, hakıykaten biz mi diriltilib kaldırılacakmışız?» derlerdi.
«Ölüp toprak ve kemik yığını olduktan sonra, biz yeniden mi diriltileceğiz?
أَوَءَابَآؤُنَا ٱلۡأَوَّلُونَ ٤٨
Ya evvelki atalarımız da mı?
Önce gelmiş geçmiş atalarımız da mı?
“Evvelki atalarımız da mı?”
«Evvelce geçmiş atalarımız da mı?»
Eski atalarımız da mı?» diyorlardı.
قُلۡ إِنَّ ٱلۡأَوَّلِينَ وَٱلۡأٓخِرِينَ ٤٩
De ki: Muhakkak bütün evvelîn ve âhirîn.
De ki: Şüphesiz hem öncekiler, hem sonrakiler,
(49-50) De ki: “Şüphesiz öncekiler ve sonrakiler, mutlaka belli bir günün belli bir vaktinde toplanacaklardır.”
Söyle: «Şüphesiz hem evvelkiler, hem sonrakiler,
De ki: «Öncekiler de, sonrakiler de.»