بِسۡمِ ٱللَّهِ ٱلرَّحۡمَٰنِ ٱلرَّحِيمِ
فَلۡيَضۡحَكُواْ قَلِيلٗا وَلۡيَبۡكُواْ كَثِيرٗا جَزَآءَۢ بِمَا كَانُواْ يَكۡسِبُونَ ٨٢
Artık kazandıkları günahın cezası olarak az gülsünler çok ağlasınlar.
Bu sure iki isimle bilinir; El-Tevbe ve El-Bera'e. Tevbenin mahiyetini ve kabul edilme şartlarını bildiren ayetlerinden (102-118) dolayı "Tevbe Suresi" adını almıştır. İkinci adı olan "El-Bera'e"yi (aklanmak, yükümlülükten kurtulmak, azade olmak) surenin ilk kelimesinden alır.
Bu, Kur'an'ın başında "Besmele" zikredilmeyen tek suresidir. Müffessirler bu hususta çeşitli sebepler ileri sürmüş olsalar da, doğru olanı, İmam Razi'nin söylemiş olduğu sebeptir ki Razi'ye göre bunun sebebi, Hz. Peygamber'in (s.a) surenin başında Besmele'yi imla edip yazdırmamış olmasıdır. Bu yüzden ashabı da surenin başına "Besmele" getirmedi ve kendilerinden sonra gelen tabiin de, bu konuda onları takip etti. Bu keyfiyyet, tam ve orijinal şeklinde kalması için, Kur'an'ın eksiksiz olması hususunda son derece dikkat gösterilmiş olduğu gerçeği hakkında ilave bir delildir.
Bu sure üç bölümden meydana gelir. (1-37. ayetler arasında yer alan) ilk bölümü, Hicret'in 9. senesinin Zilkade ayında veya o zamanlarda nazil olmuştur. Bu bölümde zikredilen konu hacc esnasında ilan edilmeyi gerektirecek kadar önemli olduğundan dolayı Hz. Peygamber, Kabe'ye doğru gitmekte olan hacıların başında başkan olarak bulunan ve Kabe'ye doğru henüz yola çıkmış olan Hz. Ebu Bekir'e (r.a) yetişmek üzere Hz. Ali'yi (r.a) gönderdi. Ve kendisine Arabistan'ın çeşitli kabilelerinin temsilcilerinden oluşan topluluğa, "müşriklere " karşı takip edilecek yeni politikayı haber vermek, surenin bu bölümünü onların önünde irad etmek üzere talimat verdi.
Surenin ikinci kısmı (38-72. ayetler) , Hz. Peygamber'in (s.a) Tebük Seferi için hazırlıklara girişmiş olduğu Hicri 9. senenin Recep ayında veya bundan biraz önce nazil olmuştur. Bu bölümde, müminler aktif olarak cihada katılmakla teşvik edilmiş, geride bırakacakları mal-mülk kaygısı, nifak-iman zayıflığı ve ihmallerinden dolayı canlarını Allah yolunda feda etmekte tereddüt gösterdikleri için, işi ağırdan alıp savsaklayanlar şiddetli bir şeklide azarlanmıştır.
Surenin üçüncü bölümü (73. ve 129. ayetler arası) Hz. Peygamber'in (s.a) Tebûk seferi dönüşünde nazil olmuştu. Bu bölümde, aynı dönem süresince, çeşitli münasebetlerle gönderilmiş bazı parçalar vardır ve daha sonra bunlar, Allah'tan gelen vahye uygun bir şekilde sure içindeki sıralarına göre, Hz. Peygamber (s.a) tarafından yerleştirilmişlerdir. Aynı konuyu ele almaları ve aynı hadiseler serisinin bir parçasını teşkil etmelerinden dolayı bu ayetler, surenin bütününde olan sürekliliği ve akıcılığı kesintiye uğratmazlar. Bu bölüm, kötü amellerinden dolayı münafıkları uyarır ve Tebûk seferinden geriye kalan, katılmayan müminlere serzenişte bulunarak azarlar. Onları görev başına gelmeye teşvik ettikten sonra Allah, şu veya bu sebebten dolayı Allah yolundaki cihadda yer alamamaları hususunda, gerçek müminleri bağışlar, affeder.
Kronolojik sıraya göre, ilk bölüm daha sonra nazil olmakla birlikte anlattığı konu bakımından üç kısmın en önemli olması nedeniyle, surenin bütününü meydana getiren tertip ve düzen içinde ilk sırayı almıştır.
Şimdi, surenin tarihsel arka- planını gözden geçirelim. Surede ele alınıp tartışılan olaylar dizisi, Hudeybiye Andlaşmasından sonra meydana gelmiştir. O ana kadar, Arabistan'ın üçte biri bizatihi güçlü, iyi teşkilatlanmış ve medeni bir İslam devletini kurup yerleştirmiş olan müslümanların hakimiyeti altına girmişti. Sözkonusu anlaşma, meydana getirdiği nisbi barış atmosferi içinde etkisini genişletip yayması için İslam'a daha fazla imkanlar sağladı. Bu anlaşmadan sonra, çok önemli sonuçlara götüren iki olay vuku buldu:
Bu önemli neticelerden ilki, Arabistan'ın fethi idi. Hz. Peygamber (s.a) İslam'ı tebliğ için çeşitli kabilelere tebliğciler göndermiş ve iki yıl gibi çok kısa bir zaman sonunda İslam, eski "cahiliye" düzeninin ve yandaşlarının önünde çaresiz kaldıkları büyük bir güç haline gelmişti. O derece ki, Kureyş'in arasında bulunan cahiliye düzeninin ateşli taraftarları, İslam'la son ve kesin bir hesaplaşmaya girmek için anlaşmayı bozacak kadar çileden çıkmış, gözleri dönmüştü. Fakat Hz. Peygamber (s.a) anlaşmayı ihlallerinden sonra, bu gaye için yeter derecede kuvvet toplamalarına fırsat vermemek için atik davranarak hicri sekizinci yılın Ramazan ayında ani bir akın düzenlendi ve Mekke'yi fethetti. Her ne kadar fetih "cahiliye" düzeninin belkemiğini kırmışsa da bu düzenin yanlıları Huneyn Savaşıyla İslam'a karşı son bir atağa geçmek istediler. Fakat bu kendilerinin ölüm fermanı oldu. Havazin, Sakif, Nadir, Cuşum ve daha başka diğer kabileler bu ıslahatçı devrimi imha etmek üzere tüm kuvvetlerini savaş meydanında topladılar, fakat, bu kötü planlarında bütünüyle başarısızlığa uğradılar. "Cahiliye"nin Huneyn'de bozgunu, bütün Arabistan'ı İslam Yurdu (Daru'l- İslam) yapma yolunu hazırladı. Sonuç olarak, Huneyn savaşının üzerinden henüz bir yıl geçmeden, Arabistan'ın büyük bir kısmı İslam'ın etki alanına girdi ve eski düzeni omuzlayanlar, ülkenin şurasında burasında dağınık halde bulunan bir kaç kişi halinde kaldı.
İslam'ın önünde durulmaz ve korkulup çekinilen bir güç haline gelmesini hazırlayan ikinci olay, Arabistan'ın kuzeyinde yer alan Roma İmparatorluğu'nun hudutları içinde ve yakınında yaşayan Hıristiyanların tahrik edici faaliyetleri yüzünden gerekli görülen Tebûk seferi oldu. Buna göre Hz. Peygamber (s.a) üçbin kişilik bir ordu ile Roma İmparatorluğuna doğru cesaretle yürüdü, fakat Romalılar bu orduyu karşılmaktan kaçındılar. Hz. Peygamber (s.a) ve İslam'ın sahip olduğu bu gücün sonucu Arabistan'ın her yerinden artarak gelen çeşitli guruplar ve heyetler İslam'a olan sadakatlerini ve kendisine olan bağlılıklarını arzetmek için Hz. Peygamber'in (s.a) Tebûk seferinden dönmesini sabırsızlıkla beklemeye başladılar. Yüce Kur'an bu zaferi bekleyişi Nasr suresinde tasvir etmiştir: "Allah'ın yardımı ve fethi geldiği ve insanların dalga dalga (bölük bölük) İslam'a girdiğini gördüğün zaman..."
Tebûk'e düzenlenen sefer, Mekke fethinin hemen arefesinde Roma İmparatorluğu ile başlamış olan sürtüşmenin bir sonucu idi. Hudeybiye Andlaşmasından sonra, Arabistan'ın çeşitli bölgelerine gönderilen heyetlerden biri de, Suriye'nin kuzey bölgelerine yerleşmiş kabileleri ziyaret etti. Roma İmparatorluğunun etkisi altında olan bura halkının çoğunluğu Hıristiyandı. Uluslararası hukukun kabul edilen genel prensiplerinin aksine, bu kabilelere mensup kişiler, Zatu Talah (veya Zatu Itlah) denilen yere yakın bir mevkide, delegasyonun onbeş üyesini katlettiler. Sadece delegasyonun reisi Ka'b bin Umeyr el-Gıfari kurtulmayı ve bu elim hadiseyi rapor etmeyi başardı. Bundan başka, doğrudan doğruya Roma Kayseri'nin emri altında olan Hıristiyan Busra Valisi Şurahbil b. Amr da, benzer bir görevle kendisine elçi olarak gönderilmiş olan Haris b. Umeyr'i ölüme mahkum etmişti.
Bu olaylar Hz. Peygamber'i, Roma İmparatorluğu'na yakın bölgeyi müslümanlar için emin ve güvenli hale getirmek için güçlü bir askeri harekata girişmesinin lüzümuna inandırdı ve ikna etti.
Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) Hicri 8.yılın Cemadiyel Ulasında üçbin kişilik bir orduyu Suriye sınırına doğru gönderdi. Ma'an denilen yerin yakınında bir mevkie vardıklarında müslümanlar, kendileriyle savaşmak üzere Şurahbil'in yüzbin kişilik bir orduyla gelmekte olduğunu ve Hims'te olan Kayser'in de kardeşi Theodore komutasında, yüzbin kişiden müteşekkil başka bir ordu göndermiş olduğunu öğrendiler. Fakat bütün ürkütücü haberlere rağmen, düşman askerine göre oldukça az ama cesur bu bir avuç müslüman bahadırlar ordusu korkusuzca yoluna devam etti ve Şurahbil'in büyük ordusunu Mute'de karşıladı. Müslümanların, ordularıyla mukayese kabul etmez korkunç oranda (iki ordu arasındaki oran 1/33) bir düşman ordusuyla savaştıkları bu karşılaşmanın sonucu, düşman ordusunun tamamen bozguna uğraması nedeniyle çok güzel neticelendi. Bu durum, İslam'ın yayılmasına çok yardımcı oldu. Yine bunun bir sonucu olarak da, Suriye ve buna yakın yerlerde yarı bağımsız bir devlet halinde yaşamakta olan Araplar ve İran İmparatorluğu'nun idaresi altında olan Necid yöresi kabileleri İslam'a yöneldiler ve binlerce kişilik gruplar halinde İslam'ı kabul ettiler. Sözgelimi, Beni Suleym (reisleri Abbas b. Mirdap Süleymi idi) , Eşca, Gafatan, Zübyan, Feraze vs. gibi kabilelere mensup insanlar aynı dönemde İslam'a girdiler. Bütün bunlara ilaveten, Roma İmparatorluğuna bağlı Arap orduları başkumandanı Ferve b. Amr el-Cüzemi, bu zaman esnasında İslam'ı kabul etti ve onun iman etmesi tüm bölgede yaşayan halkı ciddi bir şekilde etkiledi. Kayser, Ferve'nin İslam'ı kabul ettiğini haber alınca, tutuklanmasını ve mahkemesine getirilmesini emretti. Sonra kendisine şöyle dedi: "Sen iki şeyden birini seçmek mecburiyetindesin. Ya İslam'ı terkeder, hürriyetine kavuşur ve eski makamını tekrar elde edersin ya da bir müslüman olarak kalır ve ölümü kabul edersin." O büyük bir soğukkanlıkla İslam'ı seçti ve hayatını Hakk'ın yolunda feda etti.
Kayser'in Arabistan tarafından gelmekte olan ve İmparatorluğunu tehdit eden tehlikenin farkına varmasının ardından, bu gibi olayların meydana gelmesinde şaşılacak bir husus yoktur. Bundan dolayı, Mute'de düçar olduğu mağlubiyetin intikamını almak üzere, Hicri 9. yılda askeri hazırlıklar yapmaya başladı. Gassaniler ve diğer Arap reisleri de, ordularını onun komutası altında toplamaya başladılar. İslami hareketi menfi ve müsbet yönde etkileyecek en ufak olaylar konusunda bile daima en sağlam şekilde haberdar olmaya itina gösteren Hz. Peygamber(s.a) bu hazırlıkları istihbar eder etmez, olayların varacağı noktayı hemen anladı. Buna bağlı olarak, en ufak bir tereddüt göstermeden Kayser'in bu büyük güç ve kuvvetine karşı savaşmaya karar verdi. Çünkü en hafif bir zaafiyetin, aynı anda üç büyük tehlikeyle karşı karşıya kalınmasına ve hareketin mutlak bir başarısızlıkla sonuçlanmasına neden olacağını gayet iyi biliyordu. Bu tehlikelerin birincisi, Huneyn savaş meydanında, hemen hemen imha edilmiş olan "cahiliye"nin ölü gücünün tekrar canlanması ihtimali idi.
İkinci olarak, sürekli böyle bir fırsat kollayan Medine münafıkları, İslam'a mümkün olan en büyük zararı verebilmek için bu fırsatı son noktasına kadar kullanabilirlerdi. Çünkü onlar, bu gaye için gereken hazırlıkları zaten yapmış, Ebu Amir adında bir keşiş (rahip) vasıtasıyla Gassanilerin Hıristiyan olan krallarına ve Kayser'in bizzat kendisine, kurdukları şeytani planlar hakkında gizli haberler göndermişlerdi. Bütün bunlara ilaveten, aynı maksatla yapacakları gizli toplantıları düzenlemek için Medine yakınlarında bir mescid inşa etmişlerdi.
Üçüncü tehlike ise, zamanın ikinci büyük süper gücü olan İran'ı yenmiş bulunan ve çevredeki toprakları alma hırsıyla dolup taşan Kayser'den bizzat gelecek hücüm idi.
Eğer, muhtemel bu üç düşman odağının, müslümanlara karşı birleşmeleri hususunda bir fırsat verilmiş olsaydı, İslam, hemen hemen kazanılmış olan savaşı ve mücadeleyi kaybetmiş olacaktı. İşte, Hz. Peygamber'in (s.a) zamanın iki büyük imparatorlukdan biri olan Roma 'ya karşı düzenlenecek sefer için hazırlıkların yapılması konusunda açık bir beyanda bulunması bundandır. Görünen bütün şartlar, böyle bir kararın aleyhinde olmasına rağmen bu tebligat yapıldı. Nitekim ülkede kıtlık vardı ve sabırsız bir uzun bekleyişten sonra ekinlerin hasat mevsimi gelmişti. Arabistan kavurucu bir yaz mevsimi geçiriyordu ve genelde sefer hazırlıkları için yeter derecede para da yoktu. Bu imkansızlık, özellikle askeri techizat ve taşımacılıkta kendini şiddetle hissettiriyordu.
Fakat Allah'ın Rasulü, bu fırsatın aciliyetini kavradığı zaman sıralanan bütün handikaplara rağmen, kendisini Hakkı yayma görevinin devam etmesi veya yok olması konusunda karar vermek mecburiyetinde bırakan bu adımını attı. Suriye yönüne, Roma'ya karşı düzenlenecek böyle bir sefer için önceki uygulamalarının aksine, hazırlıkların yapılması konusunda açık bir tebligatta bulunulmuş olması bunun nasıl önemli bir sefer olduğunu hissettirdi. Hz. Peygamber genellikle hangi yöne doğru gitmekte olduğunun bilinmemesi ve saldıracağı düşmanın isminin önceden ifşa edilmemesi için her türlü tedbiri alırdı. Hatta, Medine'den hareket ederken bile gideceği istikameti belli etmez ve şehrin aksi istikametine doğru yola çıkardı.
Arabistan'da bulunan bütün gruplar, bu kritik kararın ciddi sonuçlarını çok iyi biliyorlardı. Müslümanların aleyhindeki bütün umutlarını İslam'ın Roma tarafından mağlup edilmesine bağlayan eski "cahiliye" düzeni taraftarlarının arta kalanları, seferin sonuçlarını büyük bir endişe içinde bekliyorlardı. Münafıklar da buna, müslümanlar eğer Suriye'de bir mağlubiyet alırlarsa, bir iç isyanla İslam'ın kuvvetinin imha hususunda son bir şansları olarak görüyorlardı. Bundan dolayı komploları kararlaştırıp oluşturmak için kendileri tarafından inşa edilmiş olan "Mescid-i Dırar" da hazır halde bekliyorlardı. Ayrıca seferi başarısız bir hareket haline çevirmek için de bir çok tedbir almışlardı. Diğer taraftan gerçek müminler, son 22 yıl boyunca, uğrunda bütün güçlerini harcamakta oldukları hareketin kaderinin şimdi olmakla olmamak noktasında asılı kaldığını anlamışlardı.
Fakat eğer onlar, böyle bir kritik anda cesarat gösterirlerse, bütün dış dünyanın kapıları yayılmak üzere olan hareketin önünde açılmış olacaktı. Fakat eğer onlar, zaafiyet ya da korkaklık gösterirlerse, o zaman Arabistan'da yapmış oldukları bütün işler toz-duman olup boşa gitmiş olacaktı.
İslam'ın o yaman müntesiplerinin söz konusu sefer için aşk ve şevkle hazırlıklara başlamış olmaları bundandır. Onlardan herbiri, sefer için gerekli techizat hazırlamaya, bulunacakları katkıda diğerini geçmeye çabaladı. Hz. Osman ve Hz. Abdurranman b. Avf paralarının çok büyük bir bölümünü bu maksat için verdiler. Hz. Ömer kazancının yarısıyla katkıda bulundu. Hz. Ebu Bekir ise malının tamamını verdi. Ashab-ı Kiramın maddeten fakir olanları da iyilik yarışında geri kalmadı ve alın terleriyle ne kazanabildilerse onları getirip Rasulullah'a (s.a) takdim ettiler.
Kadınlar bu hamiyyet yarışında mücevherlerini vermekle yer aldılar. İslam uğruna hayatlarını feda etme aşkıyla yanıp tutuşan binlerce gönüllü, Hz. Peygamber'e (s.a) geldi ve bu sefere katılmak üzere kendileri için hazırlanmış silah ve malzemelerin verilmesini rica ettiler. Techizat ve hazırlıkların yetersizliği nedeniyle silahlandırılamayan bu yiğit insanlar, üzüntüden göz yaşı döktüler. Manzara, kendilerini yeteri derecede silahlandıramadığı için Hz. Peygamber'i üzecek denli acıklı idi. Sözün kısası bu vesile, gerçek bir mümini bir münafıktan ayıracak mihenk taşına dönüştü. Çünkü sefere katılamayıp geri durmak, kişinin İslam'la olan bağının çok şüpheli olması demekti. Bundan dolayı, Tebûk seferi esnasında geriye kalan birisinin, kendisine haber verilmesi üzerine Hz. Peygamber (s.a) , "Onu kendi başına bırakın. Eğer içinde iyilik ve hayırdan birşey varsa Allah onu size katar. Eğer onun içinde iyilik ve hayırdan birşey yoksa, o zaman öyle kötü bir arkadaşı sizden uzaklaştırıp defettiği için O'na şükredin" buyurdu.
Neticede, Hz. Peygamber (s.a) , İslam uğruna çarpışacak onbini süvari olmak üzere otuzbin mücahidden müteşekkil bir ordu ile Hicri 9. yılın Receb'inde Suriye 'ye doğru harekete geçti. Develerin yetersizliğinden, orduya katılanların büyük bir çoğunluğunun yaya yürümek zorunda olmaları,bir müddet deveye binmek mecburiyetinde kaldıkları zaman bile çok seyrek sıralarını beklemek zorunda bulunmaları nazar-ı itibara alındığında seferin yapıldığı şartların zorluğu ve elverişsizliği kolayca anlaşılabilir. Buna bir de çölün yakıcı-kavurucu sıcaklığı ve su yetersizliğinin vehameti de eklenebilir. Fakat onlar, dava hakkındaki sarsılmaz kararları, ona olan bağlılıkları ve bu büyük güçlük ve engelleri göğüslemelerindeki sebatları nedeniyle hesapsız bir şekilde mükafatlandırılmışlardır.
Rasul-i Ekrem (s.a) ve ordusu, Tebûk'e vardıklarında, Kayser ve müttefiklerinin ordularını sınırdan içeriye çekmiş oldukları ve görünürde savaşılacak hiçbir düşmanın olmadığını öğrendiler. Böylece Hz. Peygamber (s.a) ve İslam ordusu çok geniş sahalarda prestijini arttıracak olan ve aynı zamanda bir damla da kan dökmedikleri manevi bir zafer kazanmış oldu.
Bu konuda, Rasul-i Ekrem'in (s.a) gazalarını kaleme alan tarihçilerin Tebûk Seferi ile ilgili olarak serdettikleri genel intibanın sahih olmadığına işaret etmek uygun olur. Onlar, olayı sanki Arabistan'ın sınırları yakınında Roma ordularının toplanması hakkındaki haberler asılsızmış gibi bir tarzda naklederler. Gerçek ise, Kayser'in ordularını toplamaya başlamış olduğu, fakat Rasul-i Ekrem'in (s.a) ondan daha önce davrandığı ve harekete geçmek için gerekli hazırlıkları tamamlamadan onun hareket sahasına girmiş olduğu şeklindedir. Bundan dolayı Kayser cesaretin onda dokuzunun kaçmakta olduğuna inanarak, ordularını sınırlardan geriye doğru çekmiştir.
Çünkü o, İslam uğruna savaşan üçbin yiğit mücahidin daha önce Mute'de yüzbin kişilik bir kuvveti perişan edip biçare hale soktuğunu henüz unutmuş değildi. Bundan dolayı o, yüz veya ikiyüzbin kişilik bir ordu ile bile aynı kıvamdaki otuzbin mücahidden meydana gelmiş ve üstelik Hz. Peygamber'in (s.a) bizzat komutasındaki böyle bir ordu ile savaşmayı göze alamadı.
Rasul-i Ekrem (s.a) , Roma İmparatoru Kayser'in kuvvetlerini sınırdan çektiğini anladığı zaman, Suriye içlerine doğru yürümesinin mi, yoksa Tebûk'te durup beklemesinin ve manevi zaferini politik ve stratejik avantaja dönüştürmenin mi daha uygun olacağını düşündü. Sonunda ikinci alternatifi seçerek Tebûk'te kalıp beklemeye karar verdi ve Tebûk'te yirmi gün kaldı. Bu zaman zarfında Hz. Peygamber (s.a) Roma İmparatorluğu ile İslam devleti arasında yer alan ve Roma İmparatorluğunun idaresi altında olan küçük tampon devletlere baskıda bulundu ve boyun eğdirip kendilerini İslam devletine cizye vermeye mecbur etti. Mesela, bazı Hıristiyan liderler, Dumetu'l-Cendel'den Ukaydin bin Abdulmelik Kindi, Eylen'den Yuhanna bin Ruba Mekna ayrıca Cerba ve Azruh kabilelerinin reisleri Medine İslam devletine itaat edip ona cizye vermeyi kabul ettiler. Bunun bir sonucu olarak İslm devletinin sınırları, Roma İmparatorluğuna kadar genişledi ve Kayser tarafından Arabistan'a karşı kullanılmakta olan bütün Arap kabileleri, bu sefer Romalılara karşı müslümanların müttefiki oldular.
Bütün bunların ötesinde Tebûk seferinde elde edilen bu moral ve manevi zafer, Romalılarla uzun sürecek bir anlaşmazlığa girmeden önce müslümanlara Arabistan üzerindeki hakimiyetlerini güçlendirmek için çok kıymetli bir fırsat sağladı. Zira bu durum, ister "şirk"in destekçileri olsun, isterse İslam kisvesi altında "şirk"lerini gizlemiş kimseler olsun, eski "cahiliye" düzeninin yakın bir gelecekte yeniden canlanıp toparlanması konusunda hala umut beslemekte olan kimselerin belini kırdı. Şartların zorlaması, bu tip insanların büyük çoğunluğunun İslam dairesinin içinde toplanmasını sağlamıştır ve en azından, sözkonusu kimselerin hemen sonraki nesillerine gerçek müslüman olma imkanını sağlamıştır. Artık geriye bu sahada, eski düzenin destekçilerinden çok zayıf bir azınlık kalmıştı, fakat artık bunlar, Allah'ın, tamamlamak üzere Rasulü'ne indirmiş olduğu İslami inkılabın önünde duramazdı.
Eğer biz, daha önce geçen olayların arka planını gözönüne alırsak toplumun o dönemde karşılaşmakta olduğu problemleri kolayca anlarız.
O hususlar şunlardır:
Tüm Arabistan'ı tam bir "Daru'l-İslam" haline getirmek,
İslam'ın nüfuzunu komşu ülkelere taşımak, yaymak.
Münafıkların fitnelerine son vermek.
Müslümanları, gayri müslim dünyaya karşı cihad için hazırlamak,
Şimdi; madem ki tüm Arabistan'ın idaresi müminlerin eline geçmiş ve bütün muhalif kuvvetler çaresiz hale düşmüştü. O halde Arabistan'ın tam bir "Daru'l-İslam" (İslam ülkesi) haline dönüştürülmesi lüzumu hakkındaki politika hususunda açık bir deklerasyon yayınlanması gerekli idi. Bundan dolayı aşağıda zikredilen ölçüler benimsendi:
"Müşriklerle" olan bütün anlaşmların geçersiz olduğunu öngören açık bir beyanat ilan edildi. Buna göre, müslümanlar dört aylık bir süreden sonra anlaşmaların müşrikler lehinde getirdiği bütün sorumluluklardan azade olacaklardı. (bkz. 1-3. ayetler) Bu deklarasyon, "şirk" temeline dayanan hayat tarzını bütünüyle kökünden kazımak ve Arabistan'ı her ne suretle olursa olsun İslam'ın ruhu ile çatışmayacak ve O'nun için bir iç tehlike arzedemeyecek şekilde sadece İslam'ın merkezi yapmak için gerekli idi.
Arabistan'ı ilgilendiren tüm meseleler içinde ana konumunu muhafaza eden Harem-i Şerif'e (Ka'be) hizmet, yani sedanet (Ka'be bakıcılığı) ve sikayet (su dağıtma) işlerinin bundan böyle müşriklerden alınıp müminlerin eline verileceği ve sürekli onların elinde kalacağı hususunda ilahi bir hüküm indi. (12. ve 18. ayetler arası) . Aynı şekilde "cahiliye" döneminden kalan adet ve uygulamalar artık ilga edilip kaldırılmalıydı, hatta "müşrikler" Beytullah'a yaklaştırılmamalıydılar. (28.ayet) Bu, "şirkin" her türlü eserini, sadece Allah'a ibadet ve itaatına mahsus olan Ka'be'den silip kökünden kazımak içindi.
"Cahiliye" günlerinde haram ayların yerlerini dağiştirmek suretiyle takip etmekte oldukları ve küfrün bir parçası olan "Nesi" konusundaki kötü uygulama yasaklanmıştır (Ayet,37) . Bu, aynı zamanda Arabistan ve daha sonra dünyanın her yerinde bulunan müslümanların hayatından, cahiliye adetlerinden arta kalanlar türlü emarenin kökünü kazıma hususunda bir ilke vazifesini görmüştür.
Müslümanlara, İslam'ın etkinliğini, Arabistan haricinde daha uzaklara götürmek ve yaymak için, İslam dışı güçleri kılıçla sindirmeleri ve İslam devletinin hakimiyetini kabul etmeye zorlamaları emredildi. Roma ve İran İmparatorlukları, bu yolda en büyük engeli teşkil ettikleri için onlarla bir sürtüşme ve anlaşmazlığa girilmesi kaçınılmazdı. Cihadın gayesi onları, İslam'ı kabul hususunda zorlamak değildi. Çünkü onlar İslam'ı kabul etmek veya etmemekte serbestti. Fakat cihadın hedefi,onların başkalarını kendi sapıklıklarına itmelerine ve çoğalmalarına engel olmak idi. Müslümanlara, diledikleri takdirde, onların sapıtmış hallerinden vazgeçip kurtulabilecekleri bir süre sapıklıklarına müsamaha göstermeleri, aksi halde, kafirlere İslam devletine bağlı olduklarının bir nişanesi olarak "Cizye" (29. ayet) vermeyi şart koşmaları emredildi.
Önemli üçüncü mesele, aleni cürümlerine rağmen, şimdiye kadar hoşgörü ile karşılanan münafıkların fitnelerine son vermek oldu. Mademki dışarıdan fiilen hiçbir baskı yoktu, o halde müslümanlar, münafıklara açıkça kafirler olarak muamelede bulunmaları emredilmeliydi ve öyle oldu (73. ayet) . Buna uygun olarak Hz. Peygamber (s.a) Tebûk seferine katılmama konusunda halkı ikna edip vazgeçirmek için istişarelerde bulunmak üzere toplandıkları Süveylim'in evini ateşe verdi. Yine bunun gibi, Tebûk dönüşünde, gerçek müminlere karşı komplolar düzenlemek maksadıyla fitnelerine bir kılıf vazifesi görmek üzere inşa ettikleri mescidi (Mesid-i Dırar) yıkmalarını ve yakmalarını emretti.
Müslümanların tüm İslam dışı dünyaya karşı "Cihad" etmek maksadıyla hazırlanabilmesi için, ehemmiyetsiz de olsa, "İman" konusunda maruz kaldıkları bu hafif zaafiyetlerinin tedavi edilmesi gerekliydi. Çünkü artık özellikle bütün İslam dışı dünya ile ortaya çıkacak bir sürtüşme ve mücadelede tek başına karşı koyma mecburiyeti karşısında kalındığı zaman, İslam toplumu için, iman zaafiyetinden daha büyük başka bir tehlike yoktu. Tebûk'e düzenlenen seferden geriye kalmış veya en azından ihmalkarlık göstermiş olanlar şiddetle itham edilmiş ve eğer bu farzı yerine getirmemeleri hususunda makul mazeretleri yoksa, onlar münafıklar olarak kabul edilmişlerdi. Dahası, "İla-i Kelimetullah" (Allah sözü ve hükümlerinin üstün olması) konusunda yapacağı gayretlerin ve İslam ile "küfür" arasındaki mücadelede oynayacağı rolün gelecekte bir müslümanın imanı hakkında tek ölçü olacağı hususunda açık bir beyanatta bulunulmuştur. Bu nedenle "Eğer bir kimse canını, malını vaktini ve enerjisini bu gaye için feda etmekte tereddüt gösterirse, onun imanı gerçek, saf ve makbul olarak görülmeyecektir" (81 ve 96. ayetler arası). Bu bakımdan cihad konusunda zaaf gösteren bir kimsenin yaptığı amelleri asla cihadın yerini almayacaktır.
Bu sureyi tetkik ederken yukarıda zikredilen önemli noktalar dikkate alınırsa, o takdirde bunlar, surenin muhtevasının anlaşılmasını kolaylaştıracaktır.
Enfal suresinin bir devamı olarak bu sure de savaş konusundaki problemleri ele alır ve konuyu Tebûk Seferi üzerinde temellendirir.
1-12: Bu bölüm, başkalarıyla yapılan anlaşmaların dokunulmazlığını (kudsiyetini) ele alır ve karşı tarafın bunlara içtenlikle uymadığı hallerde son vermeden önce gözönünde bulundurulması gereken prensip, hüküm ve nizamları ortaya koyar.
13-37: Bu bölümde müslümanlar, fitneci ve hasmane davranışlarının sonuçları konusunda gereken uyarının yapıldığı Yahudi, Hıristiyan ve müşrik Araplar'la, Allah'ın rızası için savaşmaya teşvik edilmişlerdir.
38-72: Bu kısımdaki (muhaverede) , eğer küfürle yapılan mücadeleye katılmışlarsa ancak o zaman, Allah'ın vadettiği mükafatlara varis (sahip) olacakları, müslümanlara açık ve seçik olarak anlatılmıştır. Çünkü, gerçek müslümanları münafıklardan ayıran ölçü budur. Öyleyse gerçek müslümanlar, tehlike, engel, zorluk ve iğva gibi şeylere aldırmaksızın cihadda yerlerini almalıdır.
73-90: Bu bölüm münafıklar meselesiyle ilgilidir ve onlara karşı takınılması gereken tavra ait kural ve düzenlemeler koyarak, onları gerçek müslümanlardan ayıran mümeyyiz vasıflara işaret eder.
91-110: Bu kısım, savaştan geri kalan ve Tebûk'e düzenlediği Cihad seferinde Hz. Peygamber'e eşlik etmeyenlerin durumunu ele alır. Bu amaçla sözkonusu şahıslar muhtelif kategorilere ayrılır; yani, bunlar sakatlar, hastalar, fakirler, münafıklar, hatasını anlayıp daha Hz. Peygamber (s.a) Tebûk'ten dönmeden önce nefislerine kahredenler ve hatalarını ikrar edenler gibi birkaç sınıfa ayrılır. Onların durumları, suçlarının karakteri şumulüne uygun olarak ve onlara Kainatın Hakimi olan Allah'ın, onların yardımcısı ve koruyucusu olduğu teminatı verilmiştir. Buna uygun olarak Allah, Tebûk seferinde yer almayan üç mümini samimiyetlerinden dolayı affetmiştir.
Sonuç bölümünde müminlere, hidayetleri için gerekli olan genel talimat verilmiştir.
Surede varılan sonuç şudur: "Şefkatli, merhametli ve size çok düşkün olan Rasulullah'a uyun ve kainatın Rabbi olan Allah'a tevekkül edin. O'na güvenin."
Kaynak: Mevdûdî - Tefhimu'l Kur'an
فَلۡيَضۡحَكُواْ قَلِيلٗا وَلۡيَبۡكُواْ كَثِيرٗا جَزَآءَۢ بِمَا كَانُواْ يَكۡسِبُونَ ٨٢
Artık kazandıkları günahın cezası olarak az gülsünler çok ağlasınlar.