Sûrenin Adı
Sure adını 35. ayetten almaktadır.
Nüzul Zamanı
Bu surenin Beni Mustalık Gazası'ndan sonra indiğinde icma (görüş birliği) vardır ve bu icma, gaza dönüşü meydana
gelen "İfk-İftira' olayıyla ilgili 11-20'nci ayetlerle desteklenmektedir. Fakat, bu gazanın H. 5'inci yılda Hendek
Savaşı'ndan (Bu savaş Ahzab gazvesi diye de bilinir) önce mi, yoksa sonra H. 6'ıncı yılda mı olduğu konusunda görüş
ayrılığı vardır. Bu surenin mi, yoksa Kur'an'da kadınların örtünmesiyle ilgili hükümleri içeren tek diğer sure
el-Ahzab'ın mı önce indiği sorununu çözmek bir hayli önemlidir. Ahzab Suresi'nin Hendek Savaşı münasebetiyle indiği
açıktır. Bu durumda, eğer bu savaş daha önce olduysa, örtünmeyle ilgili ilk hükümler Ahzab Suresi'yle bildirilmiş ve
ardından bu suredeki hükümlerle tamamlanmış demektir. Yok, eğer Mustalikoğulları Gazası daha önce olduysa, örtüyle
ilgili hükümlerin tarihi sırası tersine dönecek ve hükümlerin anlam ve hikmetini kavramak zorlaşacaktır.
İbn Sa'd'a göre Müstalikoğulları Gazası H. 5'inci yılın Şaban ayında Hendek Savaşı ise aynı yılın Zi'l-Ka'de ayında
meydana gelmiştir. Bu görüş, 'İfk Olayı'yla ilgili Hz. Sa'd b. Ubade ile Hz. Sa'd b. Muaz arasında geçen bir
tartışmanın söz konusu edildiği Hz. Aişe'den gelen bazı rivayetlere dayanmaktadır. Hz. Sa'd bin Muaz, sahih rivayetlere
göre Hendek Savaşı'nın hemen ardından gelen Kureyzaoğulları Seferi'nde vefat etmiştir. Bu bakımdan H. 6'ıncı yılda İfk
Olayıyla ilgili bir tartışmada bulunması düşünülemez.
Öte yandan, Muhammed İbn İshak, Hendek Savaşı'nın 5. yılın Şevval ayında, Mustalıkoğulları seferininse 6. yılın Şaban
ayında meydana geldiğini belirtir. Hz. Aişe ve daha başkalarından gelen pek çok sahih rivayet bu görüşü
desteklemektedir. Bu rivayetlere göre 1) Örtünmeyle ilgili hükümler İfk olayından önce Ahzab Suresi'nde gelmiştir 2)
Hz. Peygamber (s.a) Hz. Zeyneb'le H.5'inci yılda Hendek Savaşı'ndan sonra evlenmiştir, 3) Hz. Aişe Hz. Zeyneb'in rakibi
olduğundan Hz. Zeyneb'in kızkardeşi Hanne İfk-İftira'nın yayılmasında başı çekenler arasında yer almıştır. Bütün bunlar
Muhammed İbn İshak'ın görüşünü desteklemektedir.
Bu iki görüşe şimdi biraz daha yakından bakalım: Birinci görüşün lehindeki tek delil, "İfk Olayı"'yla ilgili bir
tartışmada Sa'd bin Muaz'ın taraf olduğunun anılmasıdır. Fakat, bu delili, yine Hz. Aişe'den gelen, ama bu kez Hz. Sa'd
b. Muaz'ın yerine Hz. Üseyd b. Hudayr'ın adının geçtiği başka rivayetler zayıflatmaktadır. O halde, rivayetler
aktarılırken isimlerde bir karıştırma olsa gerektir. Öte yandan, salt Sa'd İbn Muaz'ın adı geçiyor diye ilk görüşü
kabul ettiğimizde, bu kez çözülmesi imkansız daha başka güçlüklerle karşılaşıyoruz. Sözgelimi, bu durumda örtüyle
ilgili hükümlerin inişiyle, Hz. Peygamber'in Hz. Zeyneb'le evlenişinin Hendek Savaşı'ndan önce meydana geldiğini kabul
etmek zorunda kalacağız. Fakat, bu iki olayın da Hendek Savaşı ve Kureyzaoğulları Seferi'nden sonra olduğunu Kur'an'dan
ve pek çok sahih rivayetlerden öğreniyoruz. Bu nedenle, İbn Hazım, İbn Kayyım ve daha bazı seçkin alimler Muhammed İbn
İshak'ın görüşünü doğru kabul etmişlerdir, biz de aynı görüşe katılıyoruz. O halde sonuç, Ahzab Suresi'nin kendisinden
aylarca sonra H. 6'ıncı yılın ikinci yarısında vahyolunan Nur Suresi'nden önce indiği şeklinde olmaktadır.
Tarihsel Arkaplan
Şimdi de surenin iniş zamanındaki şartlara bir göz atalım. Surenin nüzul sebebini oluşturan "İfk" olayının İslâm'la
kâfirler arasındaki çatışmayla yakından bağlantılı olduğu hatırda tutulmalıdır.
Bedir zaferinden sonra İslâmî hareket her geçen gün daha bir güçlenmeye başlamıştı. O kadar ki, Hendek Savaşı'nın
olduğu zamana gelindiğinde, düşmanın sayısı onbine varan birleşik kuvvetlerinin kıramayıp, Medine kuşatmasını bir ay
sonra kaldırmak zorunluluğuna düşecekleri bir güç düzeyine ulaşmıştı. Her iki tarafın iyice farkına vardığı şekilde,
kâfirlerin yıllardır sürdüregeldiği saldırı savaşının artık sona ermesi demekti bu. Nitekim, bu savaştan sonra Hz.
Peygamber (s.a) de bu durumu şöyle ifade etmişlerdi: "Bu yıldan sonra Kureyş bir daha size saldırmayacaktır, hücum
sırası sizi geçmiş bulunuyor" (İbn Hişam, cilt: 3, sh: 266)
Kâfirler, İslâm'ı savaş alanında yenemeyeceklerini anlayınca, çatışmayı sürdürmek için ahlâk cephesini seçtiler. Bu
taktik değişiminin bilinçli danışmaların ürünü mü, yoksa düşmanın elde edilebilir tüm güçlerinin toplandığı Hendek
Savaşı'ndaki onur kırıcı yenilginin kaçınılmaz bir sonucu mu olduğunu kestirmek zordur. İslâm'ın yükselmesinin
müslümanların sayı gücüne, üstün silahlarına, cephanesine ve daha büyük maddi kaynaklarına bağlı olmadığını, tersine
bütün bu cephelerde müslümanların büyük dezavantajlarla savaştıklarını düşman çok iyi biliyordu. Başarılarını manevi ve
ahlâki üstünlüklerine borçluydu müslümanlar. Düşmanları, Hz. Peygamber'in (s.a) ve ashabının temiz yaşayışları ve soylu
karakterlerinin halkın kalblerini fethettiğini ve kendilerini disiplinli bir toplum haline getirmekte olduğunu
kavramıştı. İşte bu yüzden müşrikler ve Yahudiler hem savaş, hem de barış cephesinde yenilgiye uğruyorlardı.
Dikkat edilecek olursa, ahlâken bozulmuş insanlar, genellikle rakiplerinin üstün meziyetleri karşısında, kendilerini
düzeltecekleri yerde, rakiplerini karalamaya çalışırlar.
Sözünü ettiğimiz bu şartlar altında kâfirlerin kötü plan ve niyetleri, kendilerini Hz. Peygamber (s.a) ve
müslümanlara karşı, düşmanlarını yenmede müslümanlara büyük yardımı olan ahlâk ve mânâ siperini yıkmak için bir
karalama kampanyası başlatmaya sevketti. Bu amaçla, Hz. Peygamber (s.a) ve ashabı aleyhinde iftiralarda bulunmak için
münafıkların yardımlarını sağlama yolunu seçtiler. Böylece, müşrikler ve Yahudiler, müslümanların arasına ayrılık
tohumları ekmek ve disiplinlerini bozmak için bu iftiraları kullanacaklardı.
Bu şekilde oluşturulan yeni stratejinin uygulamaya konması için ilk fırsat, Hz. Peygamber'in (s.a) evlatlığı Zeyd b.
Harise'den boşanmış bulunan Cahş kızı Hz. Zeynep'le evlendiği H. 5'inci yılın Zi'l-Ka'de ayında doğdu. Ancak Hz.
Peygamber (s.a) bu evliliği kişinin bizzat kendi öz oğlunun hakkı olan statünün aynısını evlatlığa da tanıyan cahilî
âdete bir son vermek için yapmıştı. Ne var ki içerde münafıklar, Hz. Peygamber'i (s.a) karalamak için bu olayı bulunmaz
bir fırsat olarak gördüler. Dışarda da Yahudiler ve müşrikler kirli bir iftira kampanyasıyla Hz. Peygamber'in (s.a)
yüce adına kara çalmak amacıyla bu olayı istismar etmeye başladılar. Hayali hikâyeler, uydurulup olabildiğince yayıldı:
"Neymiş, bir gün Muhammed (s.a) evlatlığının karısını görmüş ve ona aşık olmuş, onun boşanmasını sağlamış ve sonunda
onunla kendisi evlenmiş." Ne kadar saçma bir uydurma da olsa, bu hikâye ustalıkla yayıldı ve amacına ulaştı. O kadar
ki, bir takım müslüman hadisçi ve tefsirciler bu hikâyenin bazı bölümlerine eserlerinde yer verdiler ve müsteşrikler de
Hz. Peygamber'i (s.a) karalamak için bunları kullanıp durdular. Oysa Hz. Peygamber (s.a) Hz. Zeyneb'e rastgele bir kez
görüp de hemen ilk bakışta aşık olacak kadar yabancı değildi. Hz. Zeynep, Hz. Peygamber'in (s.a) halası Abdülmuttalib
kızı Ümeyme'nin kızıydı. Hz. Peygamber (s.a) kendisini çocukluğundan beri tanıyordu. Daha bir yıl önce, Kureyşlilerle
azatlı kölelerin insan olmak bakımından eşit olduklarını uygulamada göstermek için, Hz. Zeyneb'i istememesine rağmen
Hz. Zeyd'le evlenmeye bizzat kendisi ikna etmişti. Oysa Hz. Zeyneb'in kardeşi Abdullah bin Cahş bu evliliğe karşı
çıkıyordu. Nitekim Zeynep bir azatlı köleyle evlenmeyi bir türlü içine sindiremediğinden kocasıyla geçinememiş ve
boşanmak zorunda kalmışlardı. Bu olup bitenleri herkes biliyordu, buna rağmen iftiracılar propagandalarında o ölçüde
başarılı oldular ki, bugün bile İslâm'ı lekelemek için bu olayı istismar edenler vardır.
İkinci iftira kampanyası, Mustalıkoğulları Seferi dönüşü meydana gelen bir olay üzerine Hz. Peygamber'in (s.a)
hanımlarından Hz. Aişe'nin namusuna karşı başlatıldı. Bu kampanya birincisinden daha yaygın ve daha geniş boyutlu olup,
bu surenin de bel kemiğini oluşturduğundan, daha ayrıntıyla ele alacağız.
Önce, bu kampanyada rollerin en alçakçasını oynayan Abdullah b. Übeyy hakkında birkaç söz söyleyeyim. Hazrec
kabilesinden olan bu adam Medine'nin en önde gelenlerinden biriydi. Hz. Peygamber'i (s.a) hicretinden önce halk
kendisini kral yapmaya niyetlenmiş, fakat Hicret'le birlikte değişen şartlar bu niyetin gerçekleşmesine engel olmuştu.
Her ne kadar İslâm'a girmişse de, kalben münafık olarak kalmıştı. Münafıklığı o kadar belliydi ki, kendisine
"Münafıkların reisi" deniliyordu. Öcünü almak için, İslâm aleyhinde atılabilecek hiçbir iftira fırsatını kaçırmazdı.
H. 6'ıncı yılın Şaban ayıydı. Hz. Peygamber (s.a) Mustalıkoğullarının müslümanlara karşı bir savaş hazırlığında
olduklarını ve bu amaçla diğer kabileleri de toplamaya çalıştıkları haberini almış ve daha önce davranarak düşmanı
ansızın bastırmıştı. Kabile halkını ve mallarını ele geçirdikten sonra, bölgedeki su kaynaklarından Müreysi kıyısında
konaklanılmıştı. Bir gün, kaynaktan su alma konusunda, Hz. Ömer'in bir hizmetçisiyle Hazrec kabilesinin bir müttefîki
arasında tartışma çıkmış, bu tartışma Muhacirlerle Ensar arasında kavgaya yol açmış, fakat hemen bastırılmıştı. Ne var
ki, çok sayıda münafıkla birlikte sefere katılan Abdullah b. Übeyy'in stratejisine yaramamıştı bu. Bu nedenle, hemen
"Siz bizzat kendiniz bu Kureyşlileri Mekke'den getirdiniz, mülkünüze ve servetinize ortak yaptınız, şimdi de sizin
rakipleriniz oldular ve üzerinizde egemenlik kurmak istiyorlar. Şimdi bile desteğinizi onlardan çekseniz, hemen
şehrinizden ayrılmak zorunda kalacaklardır" diyerek Ensarı kışkırtmaya başladı. Sonra da yemin edip, "Medine'ye varır
varmaz, şerefliler rezilleri şehirden çıkaracaktır" diye ilan etti."
Bu sözü duyar duymaz Hz. Ömer, "onu katlet ya Rasûlullah" dedi. Hz. Peygamber (s.a) ise "Ya Ömer, böyle yaparsak
herkes, Muhammed kendi arkadaşlarını öldürüyor demez mi?" diye karşılık vermiştir.
Hz. Peygamber (s.a) bu durum üzerine hemen hareket ve Medine'ye geri dönüş emrini verdi. Cebrî (zorunlu) yürüyüş hiç
mola vermeksizin ertesi gün öğleye kadar sürdü ve herkes yorulduğundan boşboğazlığa da zaman kalmadı. Useyd bin Uzeyr,
Rasûlallah'a, "Ya Rasûlallah sizi böyle acele hareket etmeye sevkeden nedir?" diye sordu. Hz. Peygamber (s.a)
"Arkadaşınızın ne söylediğini duymadın mı?" diye cevap verince o, "Hangi arkadaştan bahsediyorsunuz?" dedi. Hz.
Peygamber, (s.a) "Abdullah bin Ubey" deyince, Useyd bin Uzeyr. "Onu hoşgör ya Rasûlullah, siz Medine'ye gelmeden önce
biz onu kral yapmaya karar vermiştik. Siz gelince o kral olamadı ve bu yüzden sizden nefret ediyor" dedi.
Hz. Peygamber'in (s.a) bu akıllı kararı ve çabuk hareketi fitnenin istenmeyen sonuçlarını önlediyse de, Abdullah b.
Übeyy'in eline çok daha ciddi ve çok daha büyük bir fitne için önemli bir fırsat geçti. Hz. Aişe'ye iftira atmaktı bu
yeni fitne. Eğer Hz. Peygamber (s.a) ve ona içten bağlı olanlar gerekli akıllılığı, bunu karşılamada gerekli sabır ve
olağanüstü disiplini göstermemiş olsalardı, genç İslâm Ümmetini iç savaşa sürükleyebilecek bir fitneydi bu. İftira
olayına yol açan hadisleri anlamak için, olup bitenleri Hz. Aişe'nin kendi ağzından dinleyelim:
"Hz. Peygamber (s.a) ne zaman bir sefere çıksa, hanımlarından hangisinin kendisine eşlik edeceğini belirlemek için
kura çekerdi.
Buna göre, Mustalıkoğulları seferinde kendisine ben eşlik edecektim. Dönüşte Hz. Peygamber (s.a) geceleyin yolda son
olarak bir yerde konakladı. Vakit henüz geceydi ki, yürüyüş için hazırlıklara başladılar. Ben de rahatlamak için kampın
dışına çıktım. Dönüp de kaldığım yere yaklaştığımda gerdanlığımın bir yerlerde düşmüş olduğunu farkettim. Aramak için
geri döndüm, fakat bu arada kervan hareket etmiş ve ben de arkalarında yalnız kalmıştım. Hevdeci taşıyan dört kişi, boş
olduğunun farkına varmadan onu deveye yüklemişlerdi. O günlerde yiyecek kıtlığından dolayı zayıf olduğumdandı bu.
Çarşafıma bürünüp geride kaldığım anlaşılır da gelir beni götürürler ümidiyle yere uzandım. Bu arada uyumuşum.
Sabahleyin Safvan bin Muattal Sülemî yoldan geçerken, örtüyle ilgili hüküm inmeden önce beni birkaç kez görmüş
olduğundan beni gördü ve tanıdı, devesini durdurdu ve bağırdı: "İnna lillahi ve inna ileyhi raciun! Hz. Pey-gamber'in
hanımı burada kalmış!" Bu ses üzerine birden uyandım ve çarşafımla yüzümü kapadım. Başka bir şey demeden devesini
çöktürdü ve kenarda durdu, ben de deveye bindim. Deveyi yularından tutuyordu, öğle sıraları tam durduğu zaman kervana
yetiştik ve kimse benim geride kaldığımı farketmemişti. Sonradan bu olayın bana iftira atmak için kullanıldığını ve
Abdullah b. Übeyy'in iftiracıların başını çektiğini öğrendim. (Daha başka rivayetlere göre, Hz. Aişe Safvan'ın
yedeğindeki deve üzerinde orduya yetişip de geride kaldığı anlaşılınca, Abdullah b. Übeyy "Allah'a yemin olsun, artık o
iffetli ve temiz değildir. Bakın bakın, Peygamberimizin karısı geceyi birlikte geçirdiği adamın çektiği deve üzerinde
ve açık olarak geliyor" diye bağırmıştır.)
Medine'ye varınca hastalandım ve bir aydan daha fazla yatakta kaldım. Olanlardan bütünüyle habersiz idiysem de,
'iftira haberi şehirde bir skandal halini almış ve Hz. Peygamber'in (s.a) kulağına da ulaşmıştı. Eskiden olduğu gibi
hastalığımla ilgilenmediğini görüyordum. Geliyor, bana hiçbir şey söylemeden başkalarından nasıl olduğumu öğreniyor ve
gidiyordu. Bir şeyler dönüyor diye aklım çatlıyordu nerdeyse. Rasûlullah'tan izin aldım ve daha iyi bakım için annemin
evine gittim.
Ben orada kalırken, bir gece babamın yeğeni olan Mistah'ın annesiyle rahatlamak için şehrin dışına çıktım. (Hz.
Ebubekir,Mistah ve ailesinin geçimini üstlenmişti.) Oradan buradan konuşurken bir şeye takılıp sendeledi ve aynı anda
bağırdı; "Yok olsun Mistah!" "Sen nasıl annesin ki, Bedir Savaşı'na katılmış olan oğlunu böyle lânetliyorsun?" dedim.
"Sevgili kızım" diye cevap vermeye başladı ve şöyle devam etti: "Onun ne skandal heveslisi olduğundan haberin yok mu?"
Ardından bana iftira kampanyasıyla ilgili herşeyi anlattı. (Münafıkların yanısıra, bazı gerçek müslümanlar da bu
kampanyaya katılmışlardı. Mistah, İslâm'ın ünlü şairi Hassan b. Sabit ve Cahş'ın kızı Hz. Zeyneb'in kızkardeşi Hamne
bunların önde gelenleriydi.) Bu korkunç hikâyeyi duyunca kanım dondu, hemen eve dönüp, gecenin kalan kısmını ağlayarak
geçirdim.
Ben yokken Hz. Peygamber, (s.a) Ali ve Üsame b. Zeyd'le bu konuyu konuşmuş. Üsame hakkımda güzel sözler söylemiş, "Ey
Allah'ın Rasûlü" demiş. "hanımında iyilikten başka bir şey görmedik. Onun hakkında yayılan her şey yalan ve iftiradan
ibarettir." Ali ise, "Ey Allah'ın Rasûlü, kadın kıtlığı yok, istersen bir başkasıyla evlenebilirsin. Bununla birlikte,
meseleyi araştırmak arzusundaysan kadın hizmetçisini çağırt ve ondan sor" görüşünde bulunmuş. Hizmetçi çağırıldığında
O, "Seni Hakkla gönderen Allah'a yemin ederim ki, onda kötü hiçbirşey görmedim, ancak, kendisine ben yokken yoğrulmuş
hamura bakmasını söylediğimde uyuyakalır ve bir keçi gelip onu yer." demiştir.
"Aynı gün Hz. Peygamber (s.a) minbere çıkıp halka sesleniyor ve şunları söylüyor: "Ey müslümanlar, karıma iftira
atarak bana zarar vermede hiçbir sınır tanımayan adamın saldırılarına karşı içinizden kim benim şerefimi koruyacak?
Allah'a yemin olsun ki, ben iyice araştırdım ve ne onda, ne de adı iftiraya karışan kişide kötü hiçbir şey bulamadım."
Bunun üzerine Üseyd bin Hudayr (veya, bazı rivayetlere göre, Sa'd bin Muaz ayağa kalkıp, "Ey Allah'ın Rasûlü, eğer bu
adam bizim kabilemize mensupsa onu biz öldürelim, yok eğer Hazrec kabilesine mensupsa, eğer emredersen yine öldürelim"
diyor. Bunu duyan Hazrec kabilesinin reisi Sa'd bin Ubade ayağa kalkarak, "Yalan söylüyorsun, onu asla
öldüremeyeceksin. Bu adamın bizim kabilemize ait olduğunu bildiğinden böyle konuşuyorsun" diye karşılık veriyor. Hz.
Üseyd, "Sen bir münafıksın, bu nedenle de bir münafığı koruyorsun" cevabında bulunuyor. Bunun üzerine mescidde, Hz.
Peygamber (s.a) orada olmasına rağmen bir ayaklanmaya dönüşebilecek derecede genel bir kargaşalık çıkıyor. Fakat, Hz.
Peygamber (s.a) öfkelerini bastırıyor ve minberden iniyor."
Olayın kalan ayrıntılarını sonunda Hz. Aişe'yi onurluca temize çıkaran ayetleri yorumlarken vereceğiz. Fakat, burada
Abdullah bin Übeyy'in çıkardığı, fitnenin büyüklüğüne işaret etmek istiyoruz. Şöyle ki: (1) Bu, Hz. Peygamber (s.a) ve
Hz. Ebu Bekir Sıddık'ın şerefine ve namusuna karşı bir saldırıydı. (2) İslâmi hareketin en büyük serveti olan yüksek
manevi üstünlüğü sarsmaya yönelikti. (3) Muhacirlerle Ensar ve ensarın iki kabilesi olan Evs'le Hazrec arasında bir iç
savaş çıkarma amacını da taşıyordu.
Tema ve Konular
Bu sure ve (adeta bir tamamlayıcısı olduğu) Ahzab Suresi'nin 23-73'üncü ayetleri, münafıkların saldırısının ana
hedefi olan maneviyat cephesini güçlendirmek için inmiştir. Ahzab Suresi'nin 28-73'üncü ayetleri Hz. Peygamber'in (s.a)
Hz. Zeynep'le evlenmesiyle ilgili olarak, Nur Suresi de ikinci saldırı üzerine (İfk Olayı) İslâm ümmetinin birliğinde
ortaya çıkan çatlakları onarmak için gönderilmiştir. Her iki sureyi incelerken bu noktayı gözönünde tutarsak,
örtünmeyle ilgili hükümlerin altında yatan hikmeti anlayabiliriz. Maneviyat cephesini güçlendirmek ve korumak ve Hz.
Zeynep'le evlenme olayının yol açtığı propaganda fırtınasını karşılamak için Allah aşağıdaki talimatları indirmiştir:
-
Hz. Peygamber'in (s.a) hanımları kendi gizli ve özel odalarında kalacaklar, süslerini göstermekten kaçınacaklar ve
başkalarıyla konuşmalarında dikkatli ve tedbirli olacaklardır. (32-33).
-
Diğer müslümanlar, Hz. Peygamber'in (s.a) özel odalarına girmeyecekler ve istediklerini perde arkasından sorup
söyleyeceklerdir. (53).
-
Mahrem ve mahrem olmayan yakınlar arasına bir sınır çizilmektedir. Ancak mahrem olanlar, yani evlenmeleri yasak
olacak ölçüde yakınlığı bulunanlar Hz. Peygamber'in (s.a) hanımlarının odalarına girebileceklerdir. (55).
-
Peygamber'in (s.a) hanımlarının müslümanlara kendi öz anneleri gibi haram olduğu ilan edilmekte, dolayısıyla her
müslümanın onlara en temiz niyetlerle bakması emrolunmakatdır. (53-54)
-
Müslümanlar, eğer Hz. Peygamber'e (s.a) eziyet verirlerse Allah'ın lanet ve azabını çekecekleri konusunda
uyarılmaktadırlar. Aynı şekilde, herhangi müslüman bir erkek veya kadına iftira etmek, onurunu rencide etmek de büyük
bir günahtır. (57-58).
-
Evlerinden dışarı çıkmak zorunda olduklarında, tüm müslüman kadınlar örtüleriyle başlarını ve yüzlerini
örteceklerdir. (59).
"İftira" olayı üzerine, bu olayın korkunçluğuyla sarsılan İslâm toplumunun manevi örtüsünü güçlendirmek ve duruluğunu
korumak için bu sure indirildi. Kur'an'ın ahlâki, manevi ve sosyal ölçülerin benimsenmesiyle ümmeti ıslah etmek için
psikolojik bir durumdan nasıl yararlandığının anlaşılması için aşağıda ilgili hüküm ve talimatların bir özetini
veriyoruz:
-
Sosyal bir suç olduğu daha önce açıklanmış bulunan (Nisa: 15-16) zinanın burada ceza gerektirici bir suç olduğu ve
yüz sopayla cezalandırılacağı ilan edilmiştir.
-
Zina eden erkek ve kadınlardan uzaklaşılması emredilmiş ve müslümanların böyleleriyle evlilik ilişkisi kurmaları
yasaklanmıştır.
-
Başkasını zina etmekle suçlayan, fakat dört tanık getiremeyen seksen sopayla cezalandırılacaktır.
-
Kocanın karısına zina suçu yüklemesi durumunda "lian" yasası getirilmiştir.
-
Müslümanlara, "şerefli ve iyi ad sahibi kişiler zina yüklenmesi durumunda oldukça titiz davranmalı ve bunu yaymak
şöyle dursun, hemen bastırmalı ve reddetmelisiniz" denircesine, Hz. Aişe'yle ilgili "ifitra" olayından ders almaları
emredilmiştir. Bu bağlamda, şöyle bir genel ilke konmuştur: Temiz erkeğe gereken eş, temiz bir kadın olmalıdır, çünkü
o uzun süre kirli bir kadınla geçinemez, aynı şekilde temiz bir kadının eşi de, temiz olmalıdır. Kur'an bu noktada
adeta şöyle demektedir: "Hz. Peygamber'in (s.a) temiz bir insan, hem de insanların en temizi olduğunu bilip dururken,
nasıl oldu da, kirli bir kadınla mutlu olabileceğine ve bu kadını hanımları içinde en çok sevdiği olacak şekilde
yüceltebileceğine inandınız? Açıktır ki, kirli bir kadın yapmacık tutumuyla Hz. Peygamber (s.a) gibi temiz bir erkeği
ne yapsa aldatamaz. Hem, suçlanılan temiz bir kadın olduğu halde, suçlayanın alçak birisi olduğunu da gözönüne
almanız gerekirdi. Bu, suçlamanın dikkate değer olmadığına, hatta düşünülemez olduğuna yeterli bir nedendi.
-
İslâm ümmeti içinde asılsız haber ve kötü söylentiler yayanlar ve kötülüğü propaganda edenler yüreklendirilmeye
değil, cezalandırılmaya layıktırlar.
-
İslâm ümmetinde ilişkilerin zan ve şüpheye değil, sağlam inanç ve imana dayanması genel ilkedir, suçlu olduğu
kesinleşmedikçe herkese suçsuz muamelesi yapılacaktır.
-
Kimse bir başkasının evine dilediği şekilde ve izin almadan giremez.
-
Hem erkekler, hem de kadınlar karşılaştıklarında bakışlarını indirmeli ve birbirlerine bakmamalıdırlar.
-
Kadınlar evlerinin içinde bile başlarını ve göğüslerini örtmelidirler.
-
Kadınlar, hizmetçileri ve evlenmelerinin haram olduğu yakınlarının dışında kimseye karşı süs eşyalarını da
takmamalıdırlar.
-
Bekârlar genelde iffetsizliğin yayılmasında önayak olduklarından, köle ve cariyeler için bile evlenme teşvik
edilmelidir.
-
Kölelik kurumu hoş görülmemekte ve köle sahipleri ve daha başkalarına mükâtebe kanunuyla özgürlüklerini kazanmaları
için kölelere mali yardımda bulunmaları emredilmektedir.
-
İlk bakışta, cariyelerin fuhuş yapması yasaklanmaktadır, çünkü Araplar'da fahişelik yalnızca bu sınıfa özgüydü. Bu
da fahişeliğin yasaklanması demektir.
-
Hizmetçiler ve evin küçük çocukları dahil, ev hayatında gizlilik esastır ve kutsaldır. Çocuklar, izin almadan
özellikle sabahları, öğleleri ve geceleri hiçbir erkek veya kadının özel odasına giremezler.
-
Yaşlı kadınlar evlerinde başörtülerini takmayabilirler, fakat süslerini göstermekten kaçınmalıdırlar. Hatta
başörtülerini takmaları daha iyidir.
-
Kör, sakat, topal ve hasta olanlar başkalarının evlerinden izinsiz yiyecek herhangi bir şey alabilirler, çünkü bu,
kabul edilir suçlardandır, hırsızlık ve kandırma sayılmaz.
-
Bütün bunlardan ayrı olarak, müslümanların yemeklerini bir arada yiyerek karşılıklı ilişkileri geliştirmeleri çok
iyidir. Çok yakın akrabalar ve samimi dostlar resmi davete gerek olmaksızın birbirlerinin evlerinde yemek
yiyebilirler. Gelecek herhangi bir fitne ve kötülüğü karşılamak için böylece aralarındaki ilişkilerde daha bir
yakınlaşma, içtenlik ve sıcaklık doğar. Bu hüküm ve talimatlarla birlikte, her müslüman seçebilsin diye müminlerle
münafıkların açık nitelikleri de ortaya konmaktadır. Ayrıca, ümmet disipline edici ölçülerle daha bir
güçlendirilmekte, bireyler birbirlerine daha bir yaklaştırılmakta ve böylece düşmanların fitne çıkarma heves ve
cesaretleri kırılmaktadır.
Hepsinin üstünde, surede ortaya çıkan en açık görüntü, böylesi saçma ve utanmazlık örneği saldırıları izlemesi
kaçınılmaz olan keskin ve yaralayıcı ifadelerin yer almayışıdır. Bu kışkırtma karşısında gazaba gelmek yerine, surenin
dili bir takım yasa ve düzenlemeler geticiri, yapıcı hükümler koyucu ve ümmetin eğitim ve öğretiminin gerektiği bir
zamanda akıllıca talimatlar verici niteliktedir. Böylesi kışkırtıcı fitneleri nasıl soğukkanlılıkla ve akıllıca
karşılamamız gerektiğini de öğretiyor bize. Aynı zamanda, Kur'an'ın Hz. Muhammed'in (s.a) değil, tüm insanî durum ve
şartları en yüksek düzeyden gözleyen ve hiçbir kişisel önyargı, duygu ve eğilim olmadan insanlığa yol gösteren bir
Varlığın sözü olduğunun apaçık bir delilidir de bu. Eğer Hz. Peygamber'in (s.a) sözü olmuş olsaydı, bütün yumuşaklığına
ve gönül yapıcılığına rağmen, içinde ufak tefek acılıklar da herhalde bulunurdu. çünkü, ne kadar soylu da olsa, bir
insanın şerefine böyle alçakça saldırıldığında kızması, sadece insanî bir tavırdır.
Kaynak: Mevdûdî - Tefhimu'l Kur'an