بِسۡمِ ٱللَّهِ ٱلرَّحۡمَٰنِ ٱلرَّحِيمِ
حَتَّىٰٓ إِذَا بَلَغَ مَغۡرِبَ ٱلشَّمۡسِ وَجَدَهَا تَغۡرُبُ فِي عَيۡنٍ حَمِئَةٖ وَوَجَدَ عِندَهَا قَوۡمٗاۖ قُلۡنَا يَٰذَا ٱلۡقَرۡنَيۡنِ إِمَّآ أَن تُعَذِّبَ وَإِمَّآ أَن تَتَّخِذَ فِيهِمۡ حُسۡنٗا ٨٦
Nihayet güneşin battığı yere (okyanus kıyısına) vardığı zaman, güneşi, (sanki) siyah bir çamura batıyor buldu. Bir de bunun yanında bir kavim buldu. Biz şöyle hitap buyurduk: “- Ey Zül’-Karneyn! Ya (iman etmiyenlere) azâb edersin veya haklarında bir güzellik muamelesi yaparsın.”
قَالَ أَمَّا مَن ظَلَمَ فَسَوۡفَ نُعَذِّبُهُۥ ثُمَّ يُرَدُّ إِلَىٰ رَبِّهِۦ فَيُعَذِّبُهُۥ عَذَابٗا نُّكۡرٗا ٨٧
Zül’-Karneyn dedi ki: “- Kim zulmederse (Allah’ı inkâr ederse), muhakkak ona azâp edeceğiz. Sonra Rabbine döndürülür de Allah onu görülmedik bir azâbla cezalandırır.
وَأَمَّا مَنۡ ءَامَنَ وَعَمِلَ صَٰلِحٗا فَلَهُۥ جَزَآءً ٱلۡحُسۡنَىٰۖ وَسَنَقُولُ لَهُۥ مِنۡ أَمۡرِنَا يُسۡرٗا ٨٨
Amma her kim de iman edip iyi bir iş yaparsa, bunu da mükafat olarak en güzel akıbet (cennet) vardır; ve ona emirlerimizden kolayını söyliyeceğiz (zorluk göstermiyeceğiz).”
حَتَّىٰٓ إِذَا بَلَغَ مَطۡلِعَ ٱلشَّمۡسِ وَجَدَهَا تَطۡلُعُ عَلَىٰ قَوۡمٖ لَّمۡ نَجۡعَل لَّهُم مِّن دُونِهَا سِتۡرٗا ٩٠
Nihayet güneşin doğduğu yere (uzak şarka) vardığı zaman güneşi, öyle bir kavim üzerine doğuyor buldu ki, onlara, güneşten kendilerini koruyacak bir siper (ev veya elbise gibi bir barınak) yapmamıştık.
كَذَٰلِكَۖ وَقَدۡ أَحَطۡنَا بِمَا لَدَيۡهِ خُبۡرٗا ٩١
İşte Zü’l-karneyn’in kudret ve saltanatı böyleydi. Halbuki onun yanında (asker ve harp vasıtaları gibi daha) neler vardı ki, biz, tamamını ilmimizle kuşatmışızdır.
ثُمَّ أَتۡبَعَ سَبَبًا ٩٢
Sonra da (güneyden kuzeye doğru üçüncü) bir yol tuttu.
حَتَّىٰٓ إِذَا بَلَغَ بَيۡنَ ٱلسَّدَّيۡنِ وَجَدَ مِن دُونِهِمَا قَوۡمٗا لَّا يَكَادُونَ يَفۡقَهُونَ قَوۡلٗا ٩٣
Nihayet (sed yaptırmış olduğu Ermenistan ve Azerbaycan’daki) iki dağ arasına vardığı zaman, bu dağların önünde bir kavim buldu ki, söz anlamıyacak durumda idiler (lisan bilmiyorlardı).
قَالُواْ يَٰذَا ٱلۡقَرۡنَيۡنِ إِنَّ يَأۡجُوجَ وَمَأۡجُوجَ مُفۡسِدُونَ فِي ٱلۡأَرۡضِ فَهَلۡ نَجۡعَلُ لَكَ خَرۡجًا عَلَىٰٓ أَن تَجۡعَلَ بَيۡنَنَا وَبَيۡنَهُمۡ سَدّٗا ٩٤
(Tercümanları vasıtasıyla) şöyle dediler: “Ey Zü’l-Karneyn (İki kabile olan) Ye’cüc ve Me’cüc bu yerde fesad çıkarıyorlar. Onun için, bizimle onlar arasında bir sed yapman şartıyla sana bir vergi versek?”
قَالَ مَا مَكَّنِّي فِيهِ رَبِّي خَيۡرٞ فَأَعِينُونِي بِقُوَّةٍ أَجۡعَلۡ بَيۡنَكُمۡ وَبَيۡنَهُمۡ رَدۡمًا ٩٥
Zü’l-Karneyn dedi ki: “- Rabbimin beni içinde bulundurduğu iktidar, (sizin vereceğiniz vergiden) daha hayırlıdır. Haydin, bedenî kuvvetle bana yardım edin de, sizinle onların arasına bir engel yapayım.
ءَاتُونِي زُبَرَ ٱلۡحَدِيدِۖ حَتَّىٰٓ إِذَا سَاوَىٰ بَيۡنَ ٱلصَّدَفَيۡنِ قَالَ ٱنفُخُواْۖ حَتَّىٰٓ إِذَا جَعَلَهُۥ نَارٗا قَالَ ءَاتُونِيٓ أُفۡرِغۡ عَلَيۡهِ قِطۡرٗا ٩٦
Bana demir pikleri getirin, (dağların) tam iki ucu denkleştiği vakit körükleyin” dedi. Nihayet demiri bir ateş hâline koyduğu vakit: “-Getirin bana, üzerine erimiş bakır dökeyim.” dedi.