بِسۡمِ ٱللَّهِ ٱلرَّحۡمَٰنِ ٱلرَّحِيمِ
لَّا بَارِدٖ وَلَا كَرِيمٍ ٤٤
Ne serin ne de kerîm.
Ne serindir, ne de hoştur.
(42-44) Onlar, iliklere işleyen bir ateş ve bir kaynar su içindedirler. Ne serin ve ne de yararlı olan zifirî bir gölge içinde!.
Ki (o gölge) ne serin, ne de fâideli değildir.
Ne serinliği ve ne de okşayıcılığı var.
إِنَّهُمۡ كَانُواْ قَبۡلَ ذَٰلِكَ مُتۡرَفِينَ ٤٥
Çünkü onlar bundan evvel mütrefîn: Keyflerine düşkün şımarık müsrifîn idiler.
Çünkü onlar; bundan önce refahla şımarmışlardı.
Çünkü onlar, bundan önce (dünyada varlık içinde) sefahata dalmış ve azgın kimselerdi.
Çünkü onlar bundan evvel şehvetlerine düşkündüler.
Çünkü onlar vaktiyle varlık içinde azıtmışlardı.
وَكَانُواْ يُصِرُّونَ عَلَى ٱلۡحِنثِ ٱلۡعَظِيمِ ٤٦
Ve büyük cinayete ısrar ediyorlardı.
Ve büyük günah işlemekte direnip dururlardı.
Büyük günah üzerinde ısrar ediyorlardı.
O büyük günâh üzerinde ısrar ederlerdi.
Büyük günahı (Allah'a ortak koşmayı) işlemekte ısrar ediyorlardı.
وَكَانُواْ يَقُولُونَ أَئِذَا مِتۡنَا وَكُنَّا تُرَابٗا وَعِظَٰمًا أَءِنَّا لَمَبۡعُوثُونَ ٤٧
Ve diyorlardı ki: Öldüğümüz ve bir toprak, bir yığın kemik olduğumuz vakit mi? Cidden biz mi mutlak ba's olunacakmışız?
Ve derlerdi ki: Öldüğümüzde, toprak ve kemik yığını olduğumuzda mı, gerçekten biz mi yeniden diriltileceğiz?
Diyorlardı ki: “Biz öldükten, toprak ve kemik yığını hâline geldikten sonra mı, biz mi bir daha diriltilecekmişiz?”
Bir de «Biz öldüğümüz, bir toprak ve bir yığın kemik olduğumuz vakit mı, hakıykaten biz mi diriltilib kaldırılacakmışız?» derlerdi.
«Ölüp toprak ve kemik yığını olduktan sonra, biz yeniden mi diriltileceğiz?
أَوَءَابَآؤُنَا ٱلۡأَوَّلُونَ ٤٨
Ya evvelki atalarımız da mı?
Önce gelmiş geçmiş atalarımız da mı?
“Evvelki atalarımız da mı?”
«Evvelce geçmiş atalarımız da mı?»
Eski atalarımız da mı?» diyorlardı.
قُلۡ إِنَّ ٱلۡأَوَّلِينَ وَٱلۡأٓخِرِينَ ٤٩
De ki: Muhakkak bütün evvelîn ve âhirîn.
De ki: Şüphesiz hem öncekiler, hem sonrakiler,
(49-50) De ki: “Şüphesiz öncekiler ve sonrakiler, mutlaka belli bir günün belli bir vaktinde toplanacaklardır.”
Söyle: «Şüphesiz hem evvelkiler, hem sonrakiler,
De ki: «Öncekiler de, sonrakiler de.»
لَمَجۡمُوعُونَ إِلَىٰ مِيقَٰتِ يَوۡمٖ مَّعۡلُومٖ ٥٠
Lâbüd cem olunacaklar mikatına ma'lûm bir günün.
Belli bir günün belli bir vaktinde mutlaka toplanacaklardır.
(49-50) De ki: “Şüphesiz öncekiler ve sonrakiler, mutlaka belli bir günün belli bir vaktinde toplanacaklardır.”
ma'lûm bir günün muayyen vaktında behemehal toplanacaklardır».
Belirlenmiş bir günün randevusunda bir araya getirileceklerdir.
ثُمَّ إِنَّكُمۡ أَيُّهَا ٱلضَّآلُّونَ ٱلۡمُكَذِّبُونَ ٥١
Sonra siz, ey sapgın münkirler!
Sonra gerçekten siz ey sapıklar, yalanlayıcılar;
(51-52) Sonra siz ey haktan sapan yalanlayıcılar! Mutlaka (cehennemde) bir ağaçtan, zakkumdan yiyeceksiniz.
Sonra hakıykaten siz, ey sapkınlar ve tekzîbciler,
Sonra siz, ey sapık yalanlayıcılar,
لَأٓكِلُونَ مِن شَجَرٖ مِّن زَقُّومٖ ٥٢
Lâbüd yersiniz de bir ağaçtan, zakkumdan.
Muhakkak ki yiyeceksiniz zakkum ağacından.
(51-52) Sonra siz ey haktan sapan yalanlayıcılar! Mutlaka (cehennemde) bir ağaçtan, zakkumdan yiyeceksiniz.
Muhakkak ki zakkum ağacından yiyecek (kimse) (ersiniz,
Size kesinlikle Zakkum ağacının meyvası yedirilecektir.
فَمَالِـُٔونَ مِنۡهَا ٱلۡبُطُونَ ٥٣
Doldurursunuz da karınlarınızı ondan.
Karınlarınızı dolduracaksınız hep ondan.
Karınlarınızı ondan dolduracaksınız.
Öyle ki karınlarınızı hep ondan doldurucularsınız,
Onunla karınlarınız doldurulacaktır.
فَشَٰرِبُونَ عَلَيۡهِ مِنَ ٱلۡحَمِيمِ ٥٤
İçersiniz de üstüne o hamîmden.
Üstüne de içeceksiniz o kaynar sudan.
Üstüne de o kaynar sudan içeceksiniz.
üstüne de o kaynar sudan içeceklersiniz.
Üzerine de kaynar su içeceksiniz.