بِسۡمِ ٱللَّهِ ٱلرَّحۡمَٰنِ ٱلرَّحِيمِ
فَأَخۡرَجۡنَا مَن كَانَ فِيهَا مِنَ ٱلۡمُؤۡمِنِينَ ٣٥
Binnetîce orada bulunan mü'minleri çıkardık.
Bunun üzerine orada bulunan mü'minleri çıkardık.
Orada (Lût’un yöresinde) bulunan mü’minleri çıkardık.
Derken orada mü'minlerden kim varsa çıkardık.
Orada mü'minlerden kim varsa çıkardık.
فَمَا وَجَدۡنَا فِيهَا غَيۡرَ بَيۡتٖ مِّنَ ٱلۡمُسۡلِمِينَ ٣٦
Fakat bir haneden başka orada Müslüman da bulmadık.
Zaten orada bir evden başka müslüman bulamadık.
Zaten orada bir ev halkından başka müslüman bulamadık.
Fakat orada müslümanlardan bir ev (halkın) dan başkasını da bulmadık.
Zaten orada bir ev halkından başka müslüman da bulamadık.
وَتَرَكۡنَا فِيهَآ ءَايَةٗ لِّلَّذِينَ يَخَافُونَ ٱلۡعَذَابَ ٱلۡأَلِيمَ ٣٧
Ve öyle elîm azabdan korkacaklar için orada bir âyet bıraktık.
Elim azabdan korkanlar için orada bir ayet bıraktık.
Orada, elem dolu azaptan korkacaklar için bir ibret bıraktık.
(Bununla beraber) orada elem verici azâbdan, korkacaklar için, bir alâmet de bırakdık.
Acı azabdan korkanlar için orada bir ibret bıraktık.
وَفِي مُوسَىٰٓ إِذۡ أَرۡسَلۡنَٰهُ إِلَىٰ فِرۡعَوۡنَ بِسُلۡطَٰنٖ مُّبِينٖ ٣٨
Bir de Musa’da: ki onu bir sultanı mübîn ile Firavun’a gönderdikde.
Musa'da da. Hani onu, apaçık bir delille Firavun'a göndermiştik.
Mûsâ kıssasında da ibret vardır. Hani biz onu açık bir delil ile Firavun’a göndermiştik.
Musa (nin kıssasın) da da (ibret vardır). Hani onu apaçık bir hüccetle Fir'avne göndermişdik de,
Musa'nın başından geçenlerde de ibretler vardır. Onu apaçık bir delille Fir'avn'a gönderdik.
فَتَوَلَّىٰ بِرُكۡنِهِۦ وَقَالَ سَٰحِرٌ أَوۡ مَجۡنُونٞ ٣٩
O bütün kuvvetiyle tersine gitti: sâhir veya mecnun, dedi.
O, erkanı ile birlikte yüz çevirmiş; ya bir büyücü, ya da bir delidir, demişti.
O ise kuvvetine güvenerek yüz çevirdi ve “Bu bir büyücü veya delidir” dedi.
O, ordusiyle birlikde (îmandan) yüz çevimiş, (onun hakkında) «Ya bir sihirbazdır, yahud bir mecnundur» demişdi.
Fir'avn ordusuyla birlikte yüz çevirmiş ve «Musa, ya bir büyücü ya da bir delidir» dedi.
فَأَخَذۡنَٰهُ وَجُنُودَهُۥ فَنَبَذۡنَٰهُمۡ فِي ٱلۡيَمِّ وَهُوَ مُلِيمٞ ٤٠
Onun üzerine biz de tuttuk kendisini ve ordularını deryaya fırlatıverdik: namerdlik ederken o leîm.
Sonunda onu da, ordularını da yakalayıp denize attık. O, kınanacak işler yapıp durmaktaydı.
Bunun üzerine biz de kendisini ve ordularını yakalayıp denize attık. O ise (pişman olmuş), kendini kınıyordu.
Nihayet onu da, ordularını da yakalayıb denize atdık ki o, (bu sırada kendi kendini) kınayıcı idi.
Sonunda onu ve ordularını yakalayıp denize attık. O, kınanmayı haketmişti.
وَفِي عَادٍ إِذۡ أَرۡسَلۡنَا عَلَيۡهِمُ ٱلرِّيحَ ٱلۡعَقِيمَ ٤١
Bir de Âd de: ki üzerlerine o köklerini kesen rüzgarı salıvermiştik.
Ad'da da. Hani onların üzerine kasıp kavuran rüzgarı göndermiştik.
Âd kavminde de ibretler vardır. Hani onların üzerine köklerini kesen rüzgârı göndermiştik.
Aad (kavminin helak edilmesin) de de (ibret vardır). Hani onların üzerine o kısır rüzgârı göndermişdik.
Ad kavminde de ibretler vardır. Onlara kasıp kavuran rüzgarı göndermiştik.
مَا تَذَرُ مِن شَيۡءٍ أَتَتۡ عَلَيۡهِ إِلَّا جَعَلَتۡهُ كَٱلرَّمِيمِ ٤٢
Uğradığı bir şeyi bırakmıyor, mutlak onu çürütüp kül gibi ediyordu.
İsabet ettiği şeyi bırakmayıp toza çeviriyordu.
Üzerine uğradığı hiçbir şeyi bırakmıyor, mutlaka onu kül ediyordu.
(Öyle bir rüzgâr ki) her uğradığı şey'i (yerinde) bırakmıyor, mutlakaa onu kül gibi savuruyordu.
Üzerinden geçtiği şeyi canlı bırakmıyor, onu kül edip savuruyordu.
وَفِي ثَمُودَ إِذۡ قِيلَ لَهُمۡ تَمَتَّعُواْ حَتَّىٰ حِينٖ ٤٣
Bir de Semud’da: ki onlara bir zamana kadar istifade edin denilmişti de.
Semud'da da. Hani onlara: Bir süreye kadar yararlanın, demişti.
Semûd kavminde de ibretler vardır. Hani onlara, “Bir süreye kadar faydalanın bakalım” denmişti.
Semud (kavminin ilhâkin) de de (bir ibret vardır). Hani onlara «Bir zamana kadar fâidelene durun» denilmişdi de,
Semud kavminin başına gelende de ibretler vardır: Onlara, «Bir süreye kadar zevklenin» denmişti.
فَعَتَوۡاْ عَنۡ أَمۡرِ رَبِّهِمۡ فَأَخَذَتۡهُمُ ٱلصَّٰعِقَةُ وَهُمۡ يَنظُرُونَ ٤٤
Rableri’nin emrinden azgınlık ettiler, bu yüzden o sâika kendilerini yakalayıverdi, bakınıp duruyorlardı.
Onlar ise Rabblarının emrine başkaldırmışlardı, buyruğundan çıkmışlardı. Bunun üzerine kendilerini göz göre göre yıldırım çarpmıştı.
Derken Rablerinin emrinden uzaklaşıp azmışlardı. Bu yüzden bakınıp dururken kendilerini yıldırım çarpıvermişti.
Rablerinin emrinden uzaklaşıb azmışlardı. (Bu yüzden) kendilerine de göre göre, onları yıldırım tutuvermişdi.
Rab'lerinin buyruğuna baş kaldırdılar, bu yüzden bakıp dururlarken onları yıldırım yakaladı.
فَمَا ٱسۡتَطَٰعُواْ مِن قِيَامٖ وَمَا كَانُواْ مُنتَصِرِينَ ٤٥
O vakti bir kalkınmaya da güç yetiremediler, bir yardım da görmediler.
Ayağa kalkacak güçleri kalmamış, yardım da görmemişlerdi.
Artık, ne yerlerinden kalkmaya güçleri yetti, ne de başkasından yardım görebildiler.
İşte (bu sebeble) ayakda durmıya güç yetiremediler, yardım edenleri de olmadı.
Ayağa kalkacak güçleri kalmamış, yardım edenleri de olmamıştı.