Sûrenin Adı
Surenin adı, ilk ayeti olan "Ey Peygamber biz sana apaçık bir fetih kapısı açtık," ayetinden alınmıştır.
Fetih, sadece bu surenin adı değil, içeriği yönünden bir bakıma ünvanıdır da. Çünkü, Allah Teala'nın Hz. Peygamber'e
ve müslümanlara lütfettiği Hudeybiye Antlaşması şeklinde tezahür eden o büyük fetihten (zafer) bahsetmektedir.
Nüzul Zamanı
H. 6. yılının Zilka'de ayında Hz. Peygamber (s.a.) Mekke kafirleriyle Hudeybiye'de antlaşma yaptıktan sonra Medine'ye
geri dönerken nazil olduğunda ittifak edilmiştir.
Tarihsel Arkaplan
Bu surenin nazil oluşunu anlatan olaylar dizisinin başlangıcı şöyle olmuştur. Bir gün Hz. Peygamber (s.a) rüyasında
sahabeyle birlikte Mekke'ye gittiklerini ve orada Umre ziyareti yaptıklarını görüyor. Peygamber rüyasının sadece hayali
ve asılsız bir rüya olamayacağı apaçık bir gerçektir. Rüya da bir vahiy çeşididir. Daha ilerki bölümlerde 28. ayette
bizzat Allah, Hz. Peygamber'e gösterdiği bu rüyayı açıklamış ve tevsik etmiştir (sağlamlaştırmış, belgelemiştir). Bu
bakımdan gerçekte bu sadece bir rüya değil, bilakis Hz. Peygamber'in (s.a) uyması gereken ilahi bir işarettir.
O günlerde, görünüşte bu ilahi buyruğun yerine getirilmesi ve ona göre hareket edilmesi imkan dahilinde gözükmüyordu.
Uygulanması imkansız gibiydi. Kureyş kafirleri 6 seneden beri müslümanlara Kabe yolunu kapatmışlardı.
Bütün bu zaman zarfında bir tek müslümanı dahi, Hac ve Umre için de olsa Kabe'nin sınırlarına yaklaştırmadılar. Durum
böyleyken onların Hz. Peygamber'in (s.a) ve Sahabe'nin toplu halde Mekke'ye girişlerine müsamaha göstermeleri nasıl
umulurdu? Silahsız gitmekse kendinin ve arkadaşlarının hayatlarını tehlikeye atmak demekti. İşte bu şartlar altında
Allah Teala'nın bu emrinin nasıl uygulanacağını hiç kimse bilmiyordu.
Fakat Peygamber'in (s.a) mevkii ve Allah karşısındaki durumu gereği Rabbinin kendisine verdiği emir ne olursa olsun
hiç tereddüt etmeden onu uygulaması gerekir. İşte bu yüzden Hz. Peygamber (s.a) hiç tereddüt etmeden rüyasını Sahabe-i
Kiram'a anlatarak sefer hazırlıklarına başladı. Civardaki kabilelere de "Umre'ye gidiyoruz, bize katılmak isteyenler
gelsin" diye haber gönderdi. Olayın görünüşüne bakanlar: "Bu insanlar ölüme gidiyorlar" diyerek Peygamber'e (s.a)
katılmaya onunla gitmeye yanaşmadılar. Fakat Allah'a ve Peygamber'e imanı sağlam olanlar bu işin sonu nereye varır diye
hiç tereddüde kapılmadılar. Onların bu sefere katılması için Allah Teala'nın bir işareti olması ve Peygamberi'nin emri
yerine getirmek için ayağa kalkması yeterli idi. Bundan sonra artık hiçbir şey onları Peygamber'le beraber olmaktan
alıkoyamazdı. 1400 Sahabe, Hz. Peygamber'in (s.a.) önderliğinde bu son derece tehlikeli sefere çıkmak üzere
hazırlandılar.
Hicretin 6. yılının Zilkade ayının başlarında bu mübarek kafile Medine'den hareket etti. Zül-Huleyfe'ye ulaşınca
hepsi Umre için ihrama girdi. Kurban için 70 deve aldılar. Boyunlarına, Kabe'ye kurban kesilmek üzere adak olduklarını
belirten gerdanlıklar taktılar. Silah torbalarına sadece bir tek kılıç koydular. Arapların meşhur adetlerine uygun
olarak Kabe'nin bütün ziyaretçilerine tek bir kılıç taşıma izni veriliyordu. Bunun dışında hiçbir savaş aleti alınmadı.
Böylece Kafile Lebbeyk! Lebbeyk! nidalarıyla Kabe'ye (Mekke'ye) doğru yürümeye başladı.
O günlerde Mekke ve Medinelilerin ilişkilerinin ne durumda olduğunu çocuklara varıncaya kadar bütün Araplar
biliyordu. Daha evvelki sene H.5 yılın Şevval ayında Kureyş, diğer Arap kabilelerinden de katılan kuvvetlerle Medine'ye
saldırmış ve meşhur Ahzab Gazvesi (Hendek Savaşı) yapılmıştı. Bu sebeble Hz. Peygamber (s.a.) böyle büyük bir
toplulukla kanlarına susamış düşmanlarının yurduna doğru yola çıkınca bütün Arapların gözleri bu ilginç sefere
yönelmişti.
Herkes bu kafilenin savaş için değil, savaşın haram sayıldığı aylar içinde ihram giyerek, Kabe'de kurban edilmek
üzere adanmış develeri alarak Beytullah'a doğru silahsız olarak gittiklerini görüyordu.
Hz. Peygamber'in (s.a.) bu hareketi Kureyşlileri son derece müşkil durumda bıraktı. Çünkü yüzlerce seneden beri
Araplar arasında Kabe'yi ziyaret ve Hac için mübarek kabul edilen haram aylardan Zi'lka'de ayında bulunuluyordu. Bu
ayda ihram giyip Hac veya Umre için gelen bir topluluğu engellemek hiçkimsenin hakkı değildi. Düşman kabul ettikleri
bir kabile dahi olsa, kesinkes uydukları kanunlar nedeniyle onların kendi bölgelerinden geçmesini engelleyemezlerdi.
Kureyşliler: "Eğer biz Medine'nin bu topluluğuna saldırarak Mekke'ye girmelerini engellersek, bütün Arabistan'da
kıyamet kopacak; her Arab "Bu tam bir zulümdür, haddi aşmadır" diye feryat edecek, bütün Arap kabileleri Kabe'yi
mülkiyetimize geçirip, tekelimize aldığımızı zannedecek," diye endişeye düştüler. Hatta bu tavrımız sonucu bazı
kabilelerde gelecekte bir kimsenin Umre veya Hac yapması veya yapmamasının bizim arzumuza bağlı olacağı, kızdığımız
kimseyi Kabe'yi ziyaretten, Medinelileri engellediğimiz gibi engelleyeceğimiz endişesini uyandıracaktır diye düşünmeye
başladılar. Eğer böyle bir hata yaparsak bütün Arablar bize karşı gelir düşüncesine kapıldılar. Buna karşılık Muhammed
(s.a) 'in beraberindeki büyük kalabalığı huzur içinde şehrimize sokarsak, bütün Arap diyarında itibarımız zedelenecek,
şöhretimiz sönecek ve halk Muhammed'den (s.a) korktuğumuzu söyleyecek diye düşünüyorlardı. Sonunda korku ve şaşkınlık
içinde konuyu tartıştıktan sonra Cahiliye devri gururları ağır bastı, şeref ve haysiyetleri uğruna, ne pahasına olursa
olsun bu kafileyi şehirlerine sokmamak kararı aldılar.
Peygamber (s.a) Kâboğullarından birini, Kureyş'in ne yapmak istediğini, Kureyşlilerin nasıl hareket ettiklerini
öğrenmek ve zamanında haber vermek üzere önceden Mekke'ye göndermişti. Kafile Usfan'a ulaştığında haberci gelerek
Peygamber'e Kureyşlilerin tüm hazırlıklarını tamamlayarak Zi Tuva denen yere ulaştıklarını ve ayrıca Halid b. Velid'i
de ikiyüz süvarisiyle birlikte Peygamber'in yolunu kesmek üzere Kûra'el-¶amim'e doğru yolladıklarını haber verdi.
Kureyş'in niyeti, ne pahasına olursa olsun Peygamber'in ashabına sataşıp tahrik etmek ve daha sonra savaş çıkarsa, bu
insanların gerçekte savaşmak için geldiklerini, Umre'yi perde olarak kullandıklarını ve ihramı sadece aldatmak için
giydiklerini, iddia ederek etrafa yaymaktı. Peygamber (s.a) bunu öğrenir öğrenmez derhal yolunu değiştirdi, son derece
sarp ve ücra yollardan büyük meşakkat ve zorluklarla geçerek Hudeybiye denen yere ulaştı.
Hudeybiye tam Harem sınırı üzerinde bir yerdir. Burada Huzaa oğullarının başkanı Hudeyl b. Verka, kabilesinden birkaç
kişiyle Peygamberimizin yanına gelerek ne niyetle geldiklerini sordu: Peygamber de (s.a) hiçkimseyle savaşmak için
gelmediklerini, sadece Beytullah'ı ziyaret ve tavaf etmek niyetinde olduklarını söyledi. Bunun üzerine heyettekiler
geri dönerek Kureyş'in liderlerine durumu anlattılar, konuşmayı naklettiler ve Kureyşlilere bu Kabe ziyaretine engel
olmamalarını tavsiye ettiler. Fakat onlar inatlarında ısrar ettiler ve Ehabis kabilesinin lideri Huleys b. Alkame'yi
Peygamber'in (s.a) yanına, onu geri dönmeye ikna etmesi için gönderdiler. Kureyş liderlerinin ümidi, Hz. Peygamber
(s.a) Huleys b. Alkame'nin arzusunu kabul etmediği takdirde Huleys'in Peygamber'e kızacağı ve öfkeli olarak dönüp, tüm
Ehabis'in kuvvetiyle Kureyş'in yanında yer alması idi. Fakat o kafilenin yanına vardığında kendi gözüyle bütün
kafilenin ihramlı olduğunu, Kabe'ye adanmış develerin ön tarafta boyunlarında adak olduklarını belirten gerdanlıklar
asılı olarak ayakta durduklarını görür, bu insanların savaşmak için değil, aksine Beytullah'ı tavaf için geldiklerine
kanaat getirince, Peygamberimize hiçbir şey söylemeden geri döndü. Kureyşlilerin yanına gitti; açık ve kesin olarak bu
insanların Beytullah'ın azametini kabul ederek onu ziyarete geldiklerini söyledi ve sözlerine şöyle devam etti: "Eğer
siz ona engel olursanız Ehabis kabilesi bu konuda asla sizin yanınızda olmayacaktır. Biz sizinle bütün haramları
çiğneyesiniz ve kutsal adetleri ayak altına alasınız, buna karşılık biz de bu davranışınızda sizi destekleyelim diye
anlaşma yapmadık."
Daha sonra Kureyş tarafından Urve b. Mesud Sekafi gönderildi. O kâh alttan kâh üstten alıp bütün maharetini
kullanarak Peygamberimizi geri dönmeye ikna etmek ve Mekke'ye girme kararından vazgeçirmek istedi. Fakat Hz. Peygamber
(s.a), ona da, Huzaa oğullarına verdiği cevabı verdi. "Biz savaşmak için gelmedik, Kabe'yi ziyaret ve dini bir vecibeyi
yerine getirmek için geldik" dedi.
Urve geri dönerek Kureyşlilere şöyle dedi: "Ben, İran, Bizans, Habeşistan krallarının huzuruna girdim, yanlarında
bulundum. Yemin ederim, ben Muhammed'in adamlarının, ona karşı gösterdikleri fedakarlık ve saygıyı hiçbir kralın
huzurunda görmedim.
Bu adamların tutumları şöyle: "Muhammed abdest alırken ashabı, suyun bir damlasını dahi yere düşürmüyorlar hepsini
beden ve elbiselerine sürüyorlar. Artık siz, kimlerin karşısında bulunuyorsunuz bir düşünün!"
Elçilerin geliş, gidiş ve görüşmeleri böyle sürüp giderken, Kureyşliler defalarca gizlice Peygamber'in kampına hücum
edip sahabeyi tahrik ederek, ne pahasına olursa olsun savaşı başlatmaları için bahane olabilecek bir olay çıkarmaya
çalışıyorlardı. Fakat her seferinde sahabenin sabır ve disiplini, Hz. Peygamber'in (s.a.) ince düşüncesi ve hikmetli
davranışı onların bütün oyunlarını boşa çıkardı. Bir keresinde 40-50 Kureyşli geceleyin gelip müslümanların kampına taş
ve ok yağdırmaya başladılar. Sahabe-i Kiram hepsini yakalayıp Hz. Peygamber'in (s.a.) huzuruna getirdiler. Ama
Peygamber hepsini serbest bıraktı. Bir diğer olayda, Ten'im tarafından 80 kişi, tam sabah namazı vakti gelerek ani bir
hucum yaptılar. Bu adamlar da yakalandılar ama Peygamber (s.a) bunları da serbest bıraktı. Böylece Kureyş'in oyunları
ve hileleri boşa çıktı. Nihayet Peygamber (s.a), Hz. Osman'ı Mekke'ye elçi olarak gönderdi. Onun vasıtasıyla, Kureyş
liderlerine harb etmek için gelmediklerini, aksine ziyaret için adaklarla birlikte geldiklerini, Kabe'yi tavaf edip
kurban keserek geri döneceklerini haber verdi. Ama onlar inanmadılar ve Hz. Osman'ı Mekke'de alıkoydular. Bu sırada Hz.
Osman'ın katledildiği haberi yayıldı. Hz. Osman'ın geri dönmemesi de müslümanların haberin doğru olduğuna inanmalarına
neden oldu. Artık daha fazla tahammül göstermek yersizdi. Mekke'ye girmek bir yana bunun için kuvvet kullanmak bile
asla düşünülmemişti. Ama sıra elçinin öldürülmesine kadar gelip dayanınca müslümanların savaşa hazırlanmaktan başka
çareleri kalmamıştı. Nitekim Peygamber (s.a) bütün ashabını topladı ve onlardan artık buradan son nefesimizi verinceye
kadar bir adım geri çekilmeyeceğiz diye söz aldı. Durumun nezaketi göz önüne alınırsa bunun basit bir biat olmadığını
herkes anlar. Müslümanlar sadece 1400 kişiydiler, yanlarına hiçbir savaş malzemesi almadan gelmişlerdi. Merkezlerinden
(Medine'den) 250 mil uzakta tam Mekke sınırında konaklamışlardı. Burada düşman bütün gücüyle onlara hücum edebilirdi.
Kureyş, etrafındaki anlaşmalı kabileleri de toplayıp, onları çepeçevre sarabilirdi. Buna rağmen birtek kişi bile hariç
olmamak üzere bütün kafile Peygamber'in (s.a) eli üzerine ya öleceklerine ya da öldüreceklerine biat etmek için
düşünmeden sıraya girdiler.
Bu insanların imanlarındaki samimiyeti ve Allah yolundaki fedakarlıklarını bundan başka ne ispat edebilir? Bu biat,
İslâm tarihinde Biat-ı Rıdvan (gönül rızası ile verilen söz) adıyla meşhur olmuştur. Daha sonra Hz. Osman'ın
öldürüldüğü haberinin asılsız olduğu anlaşıldı. Hz. Osman da bu sırada geri geldi. Suheyl önderliğinde bir heyet de
barış müzakeresi yapmak için Peygamberimizin kampına ulaştılar. Artık Kureyşliler, Peygamber ve Ashabını istisnasız
Mekke'ye sokmayacaklarına dair aldıkları inatçı karardan vazgeçmişlerdi.
Kendi itibarlarını kurtarmak için Hz. Peygamber'in (s.a.) bu sene geri dönerek, gelecek sene Umre için gelmesinde
ısrar ediyorlardı. Uzun görüşmelerden sonra barış anlaşmasının maddeleri şöyle belirlendi:
-
10 sene süreyle iki taraf arasında savaş durdurulacak. Bir taraf diğerine karşı, gizli veya açık hiçbir harekette
bulunmayacak.
-
Bu süre içinde Kureyş'ten biri kendi hamisinin izni olmadan kaçarak Muhammed'in yanına gelirse, o kişi Mekke'ye
geri gönderilecek. Peygamberimizin adamlarından bir kişi Kureyş'e dönerse onlar onu iade etmeyecek.
-
Arab kabilelerinden her biri bu anlaşmaya katılarak taraflardan birini seçmekte serbest olacak.
-
Muhammed bu sene geri dönecek; gelecek sene Umre için üç gün Mekke'de kalabilecek. Yanlarına birtek kılıçtan başka
hiçbir aleti almayacaklar. Bu üç gün süresince Mekkeliler, herhangi bir çatışmaya meydan vermemek için Mekke'yi üç
gün süreyle terkedecekler. Ama müslümanlar geri dönerken Mekke halkından hiç kimseyi götürmelerine izin
verilmeyecektir.
Bu anlaşma şartları hazırlanırken müslümanlar aşırı derecede huzursuzdu. Hz. Peygamber'in (s.a.) bu şartları hangi
niyetle kabul ettiğini kimse anlayamıyordu. Hiç kimsenin basireti bu barış anlaşmasının getireceği büyük hayırları
görebilecek kuvvette değildi. Kureyş müşrikleri, bunu kendi zaferleri zannediyorlardı. Müslümanlar ise, niçin biz altta
kalarak bu küçük düşürücü şartları kabul edelim diyerek hoşnutsuzluklarını dile getiriyorlardı. Hz. Ömer gibi uzak
görüşlü bir kimse bile: "Müslüman oluşumdan bu yana, gönlümde hiçbir zaman şüphe ve tereddüd meydana gelmedi, bu olayda
ben de bu duygudan kurtulamadım." diyordu. Hz. Ömer son derece huzursuz bir halde Hz. Ebu Bekir'e gitti ve: "Peygamber
Allah'ın elçisi değil midir? Biz müslüman değil miyiz? Şu karşımızdaki insanlar müşrik değil midirler? Buna rağmen biz
dinimiz uğruna bu zilleti niçin kabul ediyoruz?" diye sordu.
O da cevap olarak: "Ey Ömer! O Allah'ın Peygamberidir ve Allah onu asla mahzun ve mağlup etmeyecektir" dedi. Fakat
Hz. Ömer kendine hakim olamadı ve Hz. Peygamber'e (s.a) bizzat giderek bu soruları tekrarladı. Hz. Peygamber de (s.a)
Hz. Ebu Bekir'in verdiği cevabı verdi. Daha sonra Hz. Ömer, Hz. Peygamber'e karşı söylediği sözlere çok pişman oldu,
nafile ibadetler yaparak, sadakalar vererek Allah Teala'dan kendisini bağışlamasını istedi.
Anlaşmada en çok şu iki madde müslümanların gücüne gidiyordu: Birincisi, ikinci madde idi ki bununla ilgili olarak
herkes, adaletsizliği açıkca belli bir şarttır, diyorlardı. Mekke'den kaçarak gelenleri biz geri vereceksek Medine'den
kaçıp gidenleri onlar niçin geri göndermesinler? diye itiraz ediyorlardı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) şöyle
buyurdu: "Bizden kaçarak onlara giden kişi bizim ne işimize yarar, Allah onu bizden uzaklaştırmıştır, ama onlardan
kaçarak bizim yanımıza gelenleri iade edersek Allah onları kurtarmanın bir başka yolunu gösterecektir."
Müslümanların kalbini inciten ikinci konu ise, 4. maddenin hükmü idi. Müslümanlar, bunu kabul etmemiz, bütün Araplar
önünde başarısız ve mağlup olarak geri dönüşümüzü kabul etmemiz manasına gelir diyorlardı. Ayrıca gönüllerde
huzursuzluk meydana getiren diğer bir düşünce de "Hz. Peygamber (s.a) rüyasında Mekke'de tavaf ettiğimizi görmüştü,
halbuki biz şimdi tavaf yapmadan dönme şartını kabul ediyoruz" fikriydi.
Hz. Peygamber (s.a.) bunun üzerine halka şu ince noktayı anlattı: "Rüyada açıkca bu sene tavaf yapılacağı
belirtilmemiştir, barış şartlarına uygun olarak bu sene değil inşallah gelecek sene tavaf yapılacak" Bunun üzerine
anlaşma şartlarını görüşmek üzere gelen Kureyş temsilcisi Suheyl b. Amr'ın oğlu Ebu Cendel'in tam barış anlaşmasının
maddelerinin yazıldığı sırada çıka-gelmesi huzursuzluğu iyice körükledi. Ebu Cendel müslüman olmuştu, Mekke kafirleri
de onu hapsetmişti. Bir yolunu bularak kaçıp Peygamber'in kampına ulaştı. Ayaklarında zincirler, vücudunda işkence
izleri vardı. O bu halde Peygamber'den kendisini bu zülumden kurtarmasını istedi. Bu durumu gördükten sonra Sahabe-i
Kiram'ı zaptetmek zorlaştı. Süheyl b. Amr: "Sulh şartlarının yazılışı tamamlanmamış olsa bile sizin ve bizim aramızdaki
şartlar belirlenmiştir. Bu bakımdan bu çocuğu bana iade etmelisiniz" dedi. Hz. Peygamber (s.a) onun bu isteğini kabul
etti. Ebu Cendel'i zalimlere geri verdi.
Barış yapıldıktan sonra Hz. Peygamber (s.a) Ashaba: "Artık kurbanlarınızı burada kesiniz, başlarınızı traş ediniz,
ihramlarınızı çıkarınız," dedi. Ama hiç kimse yerinden kıpırdamadı. Hz. Peygamber (s.a) bu emri üç defa tekrarladı.
Ama Sahabe-i Kiram o derece üzüntülü, kalbi kırık ve kederli idi ki hiçbiri herhangi bir hareket için istek
göstermiyordu. Hz. Peygamber'in (s.a.) bütün peygamberliği süresince, ashabına emir verdiği halde onların bu emri
yerine getirmek için koşuşturmadıkları böyle bir olay hiçbir zaman meydana gelmemiştir. Bu davranışlar karşısında Hz.
Peygamber (s.a) çok üzüldü, çadırına dönerek mü'minlerin annesi Ümmü Seleme'ye ne kadar üzüldüğünü söyledi. O da: "Siz
sessizce giderek kendi devenizi kesiniz, berberi çağırarak traş olunuz daha sonra herkes kendiliğinden sizi takip
edecektir, yaptıklarınızı yapacaktır ve alınan kararların artık değiştirilemeyeceğini anlayacaklardır", diyerek
görüşünü açıkladı. Nitekim öyle oldu. Peygamber (s.a) 'in yaptıklarını görerek müslümanlar da kurbanlarını kestiler,
saçlarını traş ettiler ve ihramdan çıktılar. Ama buna rağmen kalpleri kederle doluydu.
Bu kafile, Hudeybiye Antlaşması'nı kendilerinin yenilgi ve aşağılanması kabul ederek Medine'ye doğru geri dönerken
Dacnan denen yere (Bazılarının ifadesine göre Kura el-Gamim) gelince bu sure nazil olmuştur. Bu sure müslümanlara,
yenilgi zannettikleri bu barışın gerçekte büyük bir fetih (zafer) olduğunu bildirmektedir. Bu sure nazil olduktan sonra
Peygamber (s.a) müslümanları toplayarak onlara şöyle buyurdu: "Bugün bana dünyadan ve dünyadaki herşeyden daha kıymetli
birşey nazil olmuştur." Daha sonra bu sureyi okudu ve özellikle Hz. Ömer'i çağırarak ona dinletti. Çünkü o herkesten
daha çok üzüntülüydü.
Allah Teala'nın bu buyruğunu işitince müslümanların kalbleri yatışmış, çok geçmeden de bu sulhun faydaları teker
teker ortaya çıkmaya başlamıştı. Artık hiç kimsenin bu sulhun muşteşem bir fetih ve zafer olduğuna şüphesi kalmamıştı.
Bu faydaları şöyle sıralayabiliriz:
-
Bu barış antlaşmasıyla Arabistan'da İslami bir idarenin varlığı tam olarak ilk defa kabul edilmiş oluyordu. Bu
olaya kadar Arablar, Hz. Peygamber'e (s.a) ve Ashabına, Kureyş ve Arab kabilelerine karşı isyan etmiş bir zümre
olarak bakıyorlardı. Dolayısıyla müslümanları kanun dışı (illegal) kabul ediyorlardı. Artık Kureyş'in kendisi
Peygamber (s.a) ile antlaşma yaparak İslam idaresinin sınırları içinde, Hz. Peygamber'in (s.a) iktidarını kabul
ediyor ve Arab kabileleri içinde bu iki siyasi güçten istedikleri biriyle, çekinmeden dostluk kurma kapısı açılmış
oluyordu.
-
Müslümanların Kabe'yi ziyaret etme hakkını kabul etmekle Kureyş, kendiliğinden şimdiye kadar iddia ettikleri gibi
İslam'ın bir dinsizlik değil, bilakis Arablar için de mevcut dinlerden biri olduğunu kabul etmiş oluyorlardı. Diğer
Arablar gibi bu dinde olanlar da Hac ve Umre ibadetlerini yerine getirme hakkına sahip oluyorlardı. Bu anlaşma
sayesinde, Kureyş'in propagandası yüzünden Arabların gönlünde İslam aleyhinde yerleşmiş olan nefret azalmıştır.
-
On sene müddetle savaşın durdurulmasının karar altına alınmasından dolayı müslümanların güvenliği sağlanmış ve
bütün Arabistan'ın en uzak noktalarına dağılarak süratle İslam'ı yaymışlardır. Hudeybiye sulhundan önceki 19 yıllık
süre içerisinde müslüman olanların sayısı kadar insan, bundan sonraki iki sene içerisinde müslüman olmuştur. Hatta
iki yıl sonra Mekke'lilerin anlaşmayı bozması üzerine Hz. Peygamber (s.a) Mekke'yi fethetmek için yola çıktığı zaman
beraberinde 10.000 kişilik bir ordu vardı.
-
Kureyş tarafından savaşın durdurulmasından sonra Hz. Peygamber (s.a) kendi bölgesi içinde İslam Devleti'ni sağlam
bir şekilde oturtmak ve İslam kanunlarını tam olarak uygulayarak İslam toplumunu üstün bir medeniyet ve ahlak örneği
yapma fırsatı bulmuştur. Bu öyle büyük bir nimettir ki; Allah Te'ala bununla ilgili olarak Maide Suresi'nin 3.
ayetinde şöyle buyuruyor: "Bugün ben dininizi sizin için kemale erdirdim ve nimetimi üzerinize tamamladım. Sizin için
İslam'ı din olarak seçip beğendim. (Daha geniş bilgi için bkz. Maide, giriş bölümü ve an: 15)
-
Kureyş'le anlaşma yapılarak güney sınırlarının emniyete alınmasıyla müslümanlar Kuzey ve Orta Arabistan'ın bütün
muhtelif güçlerini kolaylıkla yenmişlerdir. Hudeybiye Antlaşması'nın imzalanması üzerinden henüz 3 ay geçmişti ki
yahudilerin en büyük yerleşim merkezi Hayber fethedildi. Daha sonra Fedek, Vadi-el Kura, Teyma ve Tebük'ün yahudi
köyleri İslam idaresi altına girdi. Bundan sonra, Orta Arabistan'ın yahudi ve Kureyşlilerle gizli ilişkiler kuran
bütün kabileleri de Hz. Peygamber'in (s.a) emrine girmişlerdir. Böylece Hudeybiye barışı iki sene içerisinde
Arabistan'da güç dengesini öyle değiştirmiştir ki, Kureyş ve müşriklerin gücü altedilmiş ve İslam'ın galibiyeti
kesinleşmiştir. Görüldüğü üzere bu barışı müslümanlar kendileri için bir başarısızlık, Kureyş de bir başarı olarak
telakki etmekteyken, müslümanlara nasip olan hayırlar böylesine çoktu.
Bu anlaşma şartları içinde müslümanlara en ağır gelen şey: Mekke'den kaçarak Medine'ye gelenlerin iade edilmesi, buna
karşılık Medine'den kaçıp Mekke'ye gidenlerin iade edilmemesini öngören madde idi. Fakat çok az bir zaman geçmişti ki
bu madde de Kureyş'in aleyhine çalışmaya başladı.
Hz. Peygamber'in (s.a) uzak görüşüyle anlaşmanın yararlı sonuçlarını görerek anlaşmayı imzalamasının uygunluğu bu
tecrübeler sonunda iyice anlaşıldı.
Anlaşmanın yapılmasından birkaç gün sonra, Ebu Basir isimli bir müslüman Kureyş'in elinden kurtulup Medine'ye ulaştı.
Kureyş onun geri gönderilmesini istedi. Hz. Peygamber (s.a) anlaşma gereği, onu geri verdi. Fakat Ebu Basir Mekke'ye
götürülürken Kureyş heyetinin elinden kurtulup kaçtı ve Kızıl Deniz sahilinde Kureyş'in ticaret kervanlarının geçtiği
yol üzerinde yerleşti. Bu olaydan sonra Kureyş'in elinden kurtulan her müslüman kaçarak Medine'ye gitmiyor, bunun
yerine Ebu Basir'in yanına gidiyordu. Nihayet sayıları 70'i buldu. Ve bunlar Kureyş kervanlarına saldırarak nefes
aldırmaz ettiler. Sonunda Kureyşliler kendiliğinden (Medine'ye) Peygamber'e (s.a) gelerek bu adamları Medine'ye
çağırmasını rica ettiler. Böylece Hudeybiye Antlaşması'nın o şartı hükmen düşmüş oldu.
Bu tarihi olaylar dizisi göz önüne alınarak bu sure okunursa daha rahat anlaşılması mümkün olur.
Kaynak: Mevdûdî - Tefhimu'l Kur'an