بِسۡمِ ٱللَّهِ ٱلرَّحۡمَٰنِ ٱلرَّحِيمِ
فَلَمَّا جَآءَهُم بِـَٔايَٰتِنَآ إِذَا هُم مِّنۡهَا يَضۡحَكُونَ ٤٧
Vaktâ ki onlara böyle âyetlerimizle vardı, birdenbire onlar bunlara gülüverdiler.
Onlara ayetlerimizle varınca, onlar bunlara gülüvermişlerdi.
(Mûsâ) mucizelerimizi kendilerine getirince, bir de bakmışsın, o mucizelere gülüyorlar!
Fakat onlara âyetlerimiz gelince bir de ne görsünler, onlar bu (âyetlere) gülüyorlar!
Onlara ayetlerimizi getirince, birden bire onlarla alay etmeye koyuldular.
وَمَا نُرِيهِم مِّنۡ ءَايَةٍ إِلَّا هِيَ أَكۡبَرُ مِنۡ أُخۡتِهَاۖ وَأَخَذۡنَٰهُم بِٱلۡعَذَابِ لَعَلَّهُمۡ يَرۡجِعُونَ ٤٨
Her ne âyet de gösteriyorsak onlara mutlak birbirinden büyüktü, tuttuk onları azâba da çektik ki rücu' edeler.
Onlara biri diğerinden daha büyük olmayan hiç bir ayet göstermedik. Doğru yola dönmeleri için onları azaba uğrattık.
Onlara gösterdiğimiz her bir mucize önceki benzerinden daha büyüktü. Doğru yola dönsünler diye, onları azaba uğrattık.
Biz onlara her hangi bir âyeti göstermiyorduk ki bu, mutlakaa öbürlerinden daha büyükdü. Onları, belki (küfürden) dönenler diye, (bir zaman da) azâb ile tutduk.
Onlara biri diğerinden daha büyük olmayan hiçbir ayet göstermedik. Doğru yola dönmeleri için azaba uğrattık.
وَقَالُواْ يَٰٓأَيُّهَ ٱلسَّاحِرُ ٱدۡعُ لَنَا رَبَّكَ بِمَا عَهِدَ عِندَكَ إِنَّنَا لَمُهۡتَدُونَ ٤٩
Bu halde diyorlardı ki: gel ey sâhir! bizim için Rabb’ine bir duâ et, sende olan ahdi hürmetine, çünkü biz artık yola geleceğiz.
Ve dediler ki: Ey sihirbaz; sana verdiği ahde göre Rabbına bizim için dua et. Muhakkak biz, hidayete eriştirilmiş olacağız.
(Onlar azabı görünce) “Ey büyücü! Sana verdiği söze dayanarak, bizim için Rabbine dua et. Çünkü biz artık doğru yola gireceğiz” dediler.
(Azâbı görünce) dediler ki: «Ey sihir yapan, bizim için Rabbine, sana olan va'di vech ile, düâ et. Muhakkak biz doğru yola kavuşdurulmuş olacağız».
Azabı görünce: «Ey büyücü, bizim için Rabb'ine dua et, sende bulunan ahdi hürmetine bizi bağışlamasını dile, artık yola geleceğiz» dediler.
فَلَمَّا كَشَفۡنَا عَنۡهُمُ ٱلۡعَذَابَ إِذَا هُمۡ يَنكُثُونَ ٥٠
Bunun üzerine kendilerinden azâbı açtığımız vakit de derhal cayıverdiler.
Azabı üzerlerinden kaldırınca, hemen sözlerinden caydılar.
Fakat biz onlardan azabı kaldırınca bir de bakmışsın sözlerinden dönüyorlar.
Fakat biz onlardan azâbı giderince bir de ne bakarsın: Onlar verdikleri sözü bozuyorlar bile!
Fakat biz onlardan azabı kaldırınca sözlerinden dönmeye başladılar.
وَنَادَىٰ فِرۡعَوۡنُ فِي قَوۡمِهِۦ قَالَ يَٰقَوۡمِ أَلَيۡسَ لِي مُلۡكُ مِصۡرَ وَهَٰذِهِ ٱلۡأَنۡهَٰرُ تَجۡرِي مِن تَحۡتِيٓۚ أَفَلَا تُبۡصِرُونَ ٥١
Ve Firavun kavminin içinde şöyle bağırdı: ey kavmim! Mısır mülkü benim ve hep şu nehirler benim altımdan akıyor değil mi? Artık gözünüzü açsanız a.
Firavun, kavmine seslendi ve dedi ki: Ey kavmim; Mısır mülkü ve altımdan akan şu ırmaklar benim değil mi? Hala görmüyor musunuz?
Firavun, kavmine seslenerek dedi ki: “Ey kavmim! Mısır hükümdarlığı benim değil mi? Şu nehirler de benim altımdan akıyor (değil mi?) Hâlâ görmüyor musunuz?”
Fir'avn, kavmi içinde haykırdı: «Ey kavmim, dedi, Mısır padişahlığı ve altımdan akan şu ırmaklar benim değil mi? Haalâ gözünüzü açmayacak mısınız»?
Firavun kavmine şöyle seslenip dedi ki: «Ey kavmim, Mısır mülkü ve şu altından akıp giden ırmaklar benim değil mi? Görmüyor musunuz?
أَمۡ أَنَا۠ خَيۡرٞ مِّنۡ هَٰذَا ٱلَّذِي هُوَ مَهِينٞ وَلَا يَكَادُ يُبِينُ ٥٢
Yoksa ben şundan daha hayırlı değil miyim ki o hem hakîr hem de meramını anlatamıyor.
Ben, açıkça söyleyemeyecek derecede zavallı olan şu adamdan daha hayırlı değil miyim?
“Yoksa ben, şu zavallı, nerede ise maksadını anlatamayacak durumda olan bu adamdan daha hayırlı değil miyim?”
«Yoksa ben ondan hayırlı değil miyim? O ki hakirdir, (meramını) bile hemen hemen açıklayamıyor».
Yoksa ben, kendisi zayıf ve neredeyse söz anlatamayacak durumda bulunan şu adamdan daha hayırlı değil miyim?
فَلَوۡلَآ أُلۡقِيَ عَلَيۡهِ أَسۡوِرَةٞ مِّن ذَهَبٍ أَوۡ جَآءَ مَعَهُ ٱلۡمَلَٰٓئِكَةُ مُقۡتَرِنِينَ ٥٣
Eğer o dediği gibi ise üzerine altın bilezikler atılsa ya! Yâhud yanında melâikeler dizilse gelse ya!
Ona altın bilezikler verilmeli veya beraberinde kendisine yardım edecek melekler gelmeli değil miydi?
“(Eğer doğru söylüyorsa) ona altın bilezikler atılmalı, yahut onunla beraber bulunmak üzere melekler gelmeli değil miydi?”
«Öyle ya, onun üstüne (gökden) altın bilezikler atılmalı, yahud beraberinde birbiri ardınca (kendisini tasdıyk edici) melekler gelmeli değil miydi»?
Ona altın bilezikler verilmeli, yahud yanında kendisiyle beraber yardımcı melekler gelmeli değil miydi?
فَٱسۡتَخَفَّ قَوۡمَهُۥ فَأَطَاعُوهُۚ إِنَّهُمۡ كَانُواْ قَوۡمٗا فَٰسِقِينَ ٥٤
Bu suretle kavmini istihfaf etti onlar da ona itaat eylediler, çünkü dînden çıkmış fâsık bir kavim idiler.
Firavun, kavmini küçümsedi, ama onlar yine de kendisine itaat ettiler. Çünkü onlar, fasık olan bir kavim idi.
Firavun, kavmini küçük düşürdü (ezdi). Onlar da kendisine itaat ettiler. Çünkü onlar yoldan çıkmış bir toplumdu.
Bu suretle kavmini küçümsedi. Onlar da kendisine itaat etdiler. Hakıykat onlar faasıklar güruhu idi.
İşte Firavun bu şekilde kavmini küçümsedi. Onlar da ona boyun eğdiler. Çünkü onlar yoldan çıkmış bir kavimdi.
فَلَمَّآ ءَاسَفُونَا ٱنتَقَمۡنَا مِنۡهُمۡ فَأَغۡرَقۡنَٰهُمۡ أَجۡمَعِينَ ٥٥
Böyle vaktâ ki bizi gadaba davet ettiler biz de kendilerinden intikam aldık hepsini birden gark ediverdik.
Bizi öfkelendirince; onlardan intikam aldık ve hepsini suda boğduk.
Onlar bizi bu şekilde öfkelendirince biz de onlardan öç aldık, hepsini suda boğduk.
Nihayet, onlar bizi gazablandırınca kendilerinden intikam aldık. Derhal onları topdan (suda) boğduk.
Bizi öfkelendirince onlardan intikam aldık, böyle hepsini suda boğduk.
فَجَعَلۡنَٰهُمۡ سَلَفٗا وَمَثَلٗا لِّلۡأٓخِرِينَ ٥٦
Gark ediverdik de onları sonrakiler için hem bir selef hem bir mesel kıldık.
Ve onları, sonradan geleceklere bir geçmiş ve örnek kıldık.
Onları, sonradan gelecek inkârcılara, geçmiş bir ibret ve bir örnek kıldık.
Bu vech ile onları sonra (gelen ümmet) ler için (ibret verici) bir geçmiş ve misâl yapdık.
Böylece onları, sonrakiler için hem bir örnek, hem de bir ibret yaptık.
۞ وَلَمَّا ضُرِبَ ٱبۡنُ مَرۡيَمَ مَثَلًا إِذَا قَوۡمُكَ مِنۡهُ يَصِدُّونَ ٥٧
Ve vaktâ ki Meryem’in oğlu bir mesel olarak ortaya atıldı derhal kavmin ondan çığrıştılar.
Meryem'in oğlu misal olarak verilince; senin kavmin hemen bağrıştı.
Meryem oğlu İsa bir örnek olarak anlatılınca bir de ne göresin, senin kavmin (seni susturacak bir delil buldukları zannıyla) hemen şamata etmeye başlar.
Meryem oğlu bir misâl olarak (öne) atılınca hemen senin kavmin bundan (şımarıb haykıra haykıra) gülüyorlar.
Meryemoğlu İsa, bir misal olarak anlatılınca hemen kavmin yaygarayı bastı.