Sûrenin Adı
Sure adını, bu surenin karınca kıssasının anlatıldığı bir sure olduğunu ima eden 18. ayetteki "vadi'in-neml"
ibaresinden alır.
Nüzul Zamanı
Surenin konu ve üslubu Mekke döneminin ortalarında inen surelere çok benzer. Bu benzerlik bazı rivayetlerle de
desteklenmektedir. İbn Abbas ve Cabir bin Zeyd'e göre "Sözkonusu surelerden önce Şuara, sonra Neml, ondan sonra da
Kasas Suresi indirildi."
Anafikir ve Konular
Bu sure iki bölümden meydana gelir. Birinci bölüm baştan 58. ayetin sonuna kadar devam eder. İkinci bölüm ise 59.
ayetle başlayarak son ayetle son bulur.
Birinci bölümün anafikri şudur: Yalnız Kur'an'ın getirdiği gerçekleri kainat konusunda temel hakikatler olarak kabul
eden ve hayatını bu gerçeklere itaat ve teslimiyet içerisinde sürdüren kimseler bu Kitap'ın hidayetinden faydalanabilir
ve dolayısıyla vaadedilen mükafatlara layık olabilir. Ne var ki, böyle bir hayatı sürdürmenin en büyük engeli ahireti
inkar etmektir. Çünkü bu inançsızlık kişiyi sorumsuz, bencil ve dünya hayatına aşırı derecede bağlı duruma getirir.
Böyle bir kimsenin Allah'a teslim olabilmesi, hırs ve arzularını sınırlama yoluna gidebilmesi mümkün değildir.
Bu girişten sonra ortaya üç insan tipi konulur. Birinci tipin özellikleri Firavun, Semud kavminin ileri gelenleri ve
Lut kavminin soyluları ile karakterize edilmektedir. Sayılanların tümü ahiret sorumluluğuna aldırmayan ve bunun sonucu
olarak da dünyaya kul olmuş kişilerdir.
Bu insanlar mucizeleri gördükten sonra inanmamakta direnmişlerdi. Dahası iyiliğe ve salih olmaya çağıranların
aleyhlerine dönmüş ve onlara düşman kesilmişlerdi. Aklı başında her insanın nefretle karşıladığı çirkin davranışlarını
ısrarla sürdürmüşler, kendilerini helak eden Allah'ın azabı gelip kapıya dayandığında bile uyarılara kulak
vermemişlerdi.
İkinci tip Hz. Süleyman'ın (a.s) kişiliğinde sergilenir. Allah Hz. Süleyman'a (a.s) Mekkeli kafirlerin ileri
gelenlerinin hayal bile edemeyeceği bir derecede zenginlik, mülk ve ihtişam bağışlamıştı. Ne var ki, Allah önündeki
sorumluluk bilincinden ve sahip olduğu herşeyin yalnızca Allah'ın bir lütfu olduğu duygusunu taşıdığından tam bir
teslimiyet içinde olmuş ve kendini beğenmişlik onun kişiliğini lekelememişti.
Üçüncüsü ise Sebe melikesinin karakterize ettiği tiptir. Sebe melikesi Arabistan tarihinin en zengin ve ünlü
insanlarını yönetmiştir. Bir insanı kibir ve gurura sevkedecek her türlü imkana sahipti. Kureyş'in sahip olduğu
mal-mülkten çok daha fazla bir zenginliğe sahipti. Gene de "şirk" içinde olduğunu kabul ve itiraf etti. "Şirk", onun
sadece atalarının hayat tarzı olmakla kalmıyor, ayrıca bir idareci olarak durumunu sürdürebilmek için takip etmek
zorunda olduğu bir hayat biçimiydi de. Bundan dolayı "şirk"i terketmesi ve "tevhid" yolunu benimsemesi sıradan bir
müşrikin kabulünden daha güçtü. Buna rağmen gerçek apaçık ortaya çıkınca, hiçbir şey onu kabulden alıkoymadı. Aslında
onun sapıklığı tutku ve arzularına kul olmaktan değil, müşrik bir çevrede doğup yetişmesinden ileri geliyordu. Yine de
vicdanı Allah önünde sorumluluk duygusundan yoksun değildi.
İkinci bölümün hemen başlarında evrenin çok açık, gözle görülebilen bazı gerçeklerine dikkat çekilmiş ve Mekke
kafirlerine ardı ardına şu anlamda sorular yöneltilmiştir: "Bu gerçekler, halen sizin takip etmekte olduğunuz "şirk"
inancını mı, yoksa Kur'an'ın sizi davet ettiği "tevhid" gerçeğini mi doğruluyor?" Bundan sonra kafirlerin asıl şu
gerçek hastalığına işaret edilerek şöyle denilmektedir: "Gözleri kör eden ve her türlü apaçık gerçeğe karşı onları taş
gibi duygusuz hale getiren ahireti inkar etmeleridir. bu inkarları onlara hayatın her konu ve meselesini önemsiz ve
gayri ciddi kılmaktadır. Onlara göre herşey bütünüyle yok olacağına, hayattaki tüm çabalar sonuçsuz kalacağına, bütün
gayeler, hedefler anlamsız olacağına göre, hak ve bâtıl eşittir ve birbirine benzer şeylerdir. Hayat mücadelesi tümüyle
gayesiz ve varacağı bir hedef yoktur. Böyle olunca, kişinin hayat sistemini hak veya bâtıl temeller üzerine dayandırma
meselesi tümüyle önemini yitiriyor.
Yukarıda ana hatlarıyla belirttiğimiz bu bölüm Hz. Peygamber (s.a) ve müslümanları, asi ve imansız kimseleri
"tevhid"e davet etmekten caydırma amacı gütmüyor. İşin doğrusu bu bölümde güdülen amaç onları uyuşukluk ve uykudan
uyandırmaktır. Bu nedenle 67-93. ayetleri arasında insanlarda ahiret duygusunu oluşturmak, onları inançsızlığın
sonuçları konusunda uyarmak ve onları ahireti gözleriyle görüyormuşçasına inandırmak için belli şeyler tekrar tekrar
vurgulanmıştır.
Sonuç olarak Kur'an'ın gerçek daveti, yani yalnız tek bir ilâha kul olma çağrısı kısa fakat mucizevi bir şekilde
sunulmaktadır. Bunu kabul etmenin kendi yararlarına, reddetmenin de kendi zararlarına olacağı hususunda insanlar
uyarılmıştır. Kabul ve teslimiyetten başka bir seçenek bırakmayan Allah'ın ayetlerini görünceye kadar imanlarını
ertelemeleri durumunda -ki o zaman kıyamet gelip çatmış demektir- artık inanmalarının bir yararı olmayacağı
unutulmamalıdır.
Kaynak: Mevdûdî - Tefhimu'l Kur'an